Sonsöz Yerine, Enis Batur, s. 251-253
Kendisi, sağlığında, kesin ve tartışmaya kapalı bir çerçeve çizip bırakmamışsa, bir yazarın yapıtının sınırını tayin etmek güçtür. Birden fazla örnek-durum bağlamında, birden fazla yazımda "vasiyet" sorunları üzerinde oyalandım bugüne dek; yayıncılık uğraşı beni çözümüne önceden hazırlanmadığım düğümlerle karşılaştırdı – anlayabildiğim, genel kurallar oluşturulamadığı, bir de hukuk ile etiğin her zaman örtüşmediğidir: Her defasında, yapıtın sınırı, sınırları sorumluluk üstlenecek olanları terletecektir.
Altın durum, sözgelimi Oktay Rifat'ınkiydi: Yayımladığı kitaplar dışında tek bir satır, karalama sayfası, taslak notu, yarıda kalmış ya da bitmemiş ürün bırakmadı arkasında; her şeyi yaşarken "temiz"lemiş, izleri yoketmişti. İkilemlere, şüphelere meydan vermeyen böylesine hazırlıklarla sık karşılaşıldığı söylenemez gene de: Çoğunlukla, çekip giden bir yazar, ardındakilere sorunlar devreder. Vasiyeti açık olsa da: "Yarım kalmış her şeyi öyleyse yakın" diyen Mallarmé'nin, XX. yüzyıl edebiyatında kilit önemi taşıyan bazı "yarıda kalmış yapıtlar"ının varlığını vasiyetinin çiğnenmesine borçluyuz.
Tanıdığım, iyi tanıdığımı –her ne demekse– düşündüğüm Bilge Karasu'nun, hastalığının ölümcül niteliğini öğrendikten sonra, Oktay Rifat gibi davranacağına inanırdım, öyle olmadı: "Kalanlar"la ilgili kimi çerçeve çalışmaları yapmıştı belki, ama birçoğuyla ilgili bir son söz, kesin bir son dilek bırakmamıştı Füsun Akatlı'ya. Kılı kırk yaran biri olmasaydı Bilge Karasu, can derdindeyken tereke tasasıyla uğraşmamasını doğal karşılayabilirdik; bana öyle geliyor ki, hayatının çeşitli aşamalarında okur önüne çıkardığı, kitaplarına almamış olsa bile dolaşıma soktuğu ürünlerle ilgili bağlayıcı bir karar vermemeyi yeğlemişti.
Benimkisi altı üstü bir yorum. Susanlar bağlamında, taban tabana zıt yorumlarla da karşılaşabiliriz. Kendi payıma, birkaç yıl önce Virgül dergisinde yayımladığım yazıda, terekenin bütününün yayımlanmasını savunurken beni yönlendiren bir fikre sığınıyordum: Birilerinin ulaşabildikleri için okuma ayrıcalığına sahip olduklarını, ötekilerden yalnızca ulaşamadıkları için esirgemek doğru da, anlamlı da gelmiyor bana.
Kalıyor geriye, soruların canalıcısı: Susanlar, yapıta ekleyecek mi, ondan söküp almasa bile, yapıtın bütünlüğüne halel mi getirecek? Peşisıra ikincisi: Karasu okuruna ne kazandıracak Susanlar? Aslında, tek bir sorunun önü, arkası.
Bu derleme, yapıtın birden fazla tabakasına açılımlar sağlıyor. Kitaba adını veren bölümde, Bilge Karasu'nun gençlik dönemi öyküleri yer alıyor: Troya'da Ölüm Vardı'yı, bir o kadar da sonrasını hazırlayan ürünler bunlar, toy bir yazarın emekleme çabaları değil. İzlek benzerlikleri, anlatım yenilikleri konusundaki kaygı ve arayışlar, Dil'le en baştan sorunlu ve sorumlu bir çarpışma arzusu, hemen göze çarpan özellikleri. Burada da, daha sonra olacağı gibi, bütünlük kurma tasası ön sırada. Denilebilir ki, besbelli özlenen bütünlüğe ulaşılmadığı için bir kitap çatısı altında toplanmamışlar – öyle. Öyle de, şimdi de bağımsız bir kitap oluşturuyor değiller, bir derleme-toplama çalışmasının perdelerinden birini kuruyorlar. Son ürünler için, yazarın kendisi aynı yola başvurmamış mıydı? Bana öyle geliyor, bir kere daha: "Lağımlaranası" ya da "İsabey" türü tamamlanamamış ağırtop tasarıları okuduğumuz biçimde okuyabiliriz Susanlar'ı.
Sözkonusu öykülerin, zamandizinsel açıdan bakıldığında, bizim edebiyatımızda hikâye etme sanatı açısından önemli bir kavşakta durduklarına dikkat çekmek isterim. Sait Faik'in açtığı yolun, bir sonraki kuşağın yazarlarında nasıl geliştiğini, genişlediğini gösteren ilk örnekler arasında Vüsat O. Bener'in ve Bilge Karasu'nun farklı bir konumda olduğunu kanıtlıyor "Susanlar" ve "Kedili Meryem". Buradan, İkinci Yeni koridoruna geçebilir eleştirmenlerimiz. Belki böylece, "Türk Şiiri Antolojisi" hazırlanırken, Karasu'nun en az üç parçayla "yer"ine girmesinin zamanı da gelir.
Bilge Karasu'nun Edebiyat üzerinde duruş tarzına ışık düşüren "Yazar-Okurun Defteri"ndeki parçaların çoğunun Bener'e odaklanmış olması şaşırtıcı değil öyleyse. Söz ekonomisinin inceliklerini kuşatan bu denemelerle olgunluk dönemi denemeleri yan yana okunduğunda, yekpare bir çizgiyle karşılaşılır. Yazınsal ürünün ne'yi nasıl söyleyeceği sorunu merkezde kalmıştır. Masallara ilişkin parçalar, TDK konuşması, soruşturma yanıtları ve söyleşiler, başlıbaşına, "gizlenmiş" bir kitabı aydınlığa çıkarır gibi, eski ve yeni denemelerle buluşurlar – bir tür "üst-kitap"ta.
Sevgili Müge Gürsoy Sökmen, sahici bir incelik göstererek, bu derlemenin doğumunda "Bilge Karasu'nun On İkinci Kitabı" başlıklı yazımın bir payı olduğu düşüncesiyle bir sonsöz yazmamı istediğinde, kitabın bütünlüğü çerçevesindeki görüşlerimi de sormuştu. Susanlar'ı, Füsun Akatlı'ya danışarak yayıma hazırlayan Serdar Soydan'ın da, Metis Yayınları'nın da işine karışmak haddime düşmez. Gene de, Bilge Karasu'nun çırağı ve yakın dostu, iyi bir okuru olduğumu düşünerek, Susanlar'ın ileride "genişletilmiş basım"ının yapılabileceğine inandığımı dile getirmek istiyorum: Başta Forum dergisindeki resim eleştirileri, Şehir dergisi için hem de 1988'de yeniden yazdığı "Ankara" metni olmak üzere, bu kitabı bir tür "work in progress" olarak düşlemek, belli aralarla Karasu'nun yaşgününü kutlama vesilesi yaratacaktır.
Aralık 2008