Tufan Erbarıştıran, "Bin gözlü bakış", Cumhuriyet Kitap Eki, 17 Haziran 2004
Engin Geçtan romanını 'ince dokunuşlarla' kırıyor, eğreltiyor, yeniden başlatıyor, kahraman ve figürlerin sık sık yerlerini değiştiriyor, hepsinden önemlisi de okurlarına sürekli sorular sorduruyor. Romanın gelişim bölümü olmadığı için metnin tamamı doğrudan bir bütünsellik oluşturuyor, okur daha ilk sayfadan itibaren kendini bir soru denizinde buluyor. Meraklı okurlar için söyleyelim ki bu romanın içinde felsefe, teoloji, psikoloji, tarih, siyaset gibi konulara sıkça rastlıyoruz. Yazar bu saydıklarımızı bir edebiyat metni içerisinde harmanlayıp, düzenleyip, zaman-mekân kavramlarını düşsel tutup, inandırıcılığı açısından da sözel anlatıma yüklenerek çok ilginç bir roman yazmış.
Son yıllarda salt düşsel, fantastik, marjinal, cinsellik üzerine sıradan ve basit anlatımlı romanlar okumaktayız. Tahsin Yücel'in bir başyapıt sayılan Yalan adlı kitabı dışında okuru düşünmeye yönlendiren, metne katkı yapmasını sağlayan, belleğinde yer eden çok az roman yazıldı. Ticari yönden çok satan kitaplar genellikle günlük tüketime yönelik olduğundan, aynı kitabın ikinci bir kez okunmasının hiçbir anlamı kalmıyor.
Roman, kendi içinde çok sayıda figür, kahraman, mekân, motif hatta zaman-dönem barındırabilir. Romanın alt/yapısı ve iç dinamikleri diğer edebiyat kulvarlarından farklıdır, kendi içinde yüklüdür. Engin Geçtan (mesleki eğitimi nedeniyle) romanı yap/bozlarla bir mozaiğe dönüştürüyor, önsel ve sonsal belirsizliği keskin olmayan 'kırılmalarla' yeniden 'oluşuma' yansıtıyor. Metnin yazılımının geleneksel kurguya, anlatıma, aksiyona ve zaman kavramına yeni bir yapılanma getirdiğini imleyelim. Romanın içsel bütünselliği, motifleri, anlatımı, figürleri ve kahramanları satranç oyunu gibi kullanılırsa, okur-yazar işbirliği sayesinde metin yeniden yazılabilir, aynı metin farklı açılımlar/anlamlar kazanabilir. Engin Geçtan böyle bir zorluğu (yazar açısından buna tehlikeli de diyebiliriz) göze alıyor, metni 'ince dokunuşlarla' kırıyor, eğreltiyor, yeniden başlatıyor, kahraman ve figürlerin sık sık yerlerini değiştiriyor, hepsinden önemlisi de okurlarına sürekli sorular sorduruyor. Romanın gelişim bölümü olmadığı için metnin tamamı doğrudan bir bütünsellik oluşturuyor, okur daha ilk sayfadan itibaren kendini bir soru denizinde buluyor. Meraklı okurlar için söyleyelim ki bu romanın içinde felsefe, teoloji, psikoloji, tarih, siyaset gibi konulara sıkça rastlıyoruz. Yazar bu saydıklarımızı bir edebiyat metni içerisinde harmanlayıp, düzenleyip, zaman-mekân kavramlarını düşsel tutup, inandırıcılığı açısından da sözel anlatıma yüklenerek çok ilginç bir roman yazmış. Kitapta çokkatmanlı bir anlatım buluyoruz. Okurun tıpkı bir kazıbilimci gibi katmanları ayıklayıp, doğru yolda ilerleyip, sağa sola sapmadan, kitabın sonundaki gizli 'gerçeği' bulması gerekiyor. Bu (gizli) gerçek somut, elle tutulur gözle görülür, satın alınır bir şey değil kuşkusuz. Evrendeki yansımaların, yeniden oluşumun, sürekliliğin, değişimin tek yasa olduğunun bilincine varılmasıdır aslında.
Yazar, kitap boyunca okuru elinden tutup metnin içinde gezdiriyor, ona felsefe ve teoloji eğitimi veriyor adeta. Bir tren yolculuğunda yaşanan anlık kırılmaların, kesişmelerin, yansımaların, yeniden oluşmaların sembollerle anlatımı/tanıtımı okura aktarılıyor. Roman, gözle görülmeyen bir mabeti çağrıştırıyor, okurken bu mabetin içindeki felsefi öğretinin 'öteki' anlamlarını çözmeye başlıyorsunuz. Yazar-okur birlikteliği ile metnin böyle bir yapıya kavuşması, 'öteki bilgiye' ulaşma çabası ile tümcelerden oluşan prizmalar/üçgenler ve gizli bir öğretinin ışıkları yol gösterici oluyor. Çözülen her gizli sözcük sayesinde metin biçim değiştiriyor, sorularınıza yanıt vermeye başlıyor. Tren yolculuğu bir imgedir aslında. Bireyin kendi içsel yolculuğundaki geçmişe yönelik tanımsallığın, yaşadığı yüzyılın olaylarını algılama bilincinin olgunlaşmasına yönelik bir gezintidir bu yolculuk. Yazar okuru bu anlamda geriye dönüşlerle, yap/bozlarla, düşünsel derinliği olan sorularla, kendi ben'liğini tanımasına yarayan bir serüvenle karşı karşıya bırakıyor. Okur elindeki metin üzerine yoğunlaştığında, kendini yeniden sorgulama sürecine başlıyor.
Eski çağların gizemli filozofu Herakleitos şöyle demiştir "Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın." Bu söz düşünsel açıdan çeşitli yorumlar üretmiştir. Evrende her şeyin değiştiğini, her şeyin bir başka şeye dönüştüğünü... Hiçbir şeyin kaybolmadığı bir evrende yaşıyoruz. Bu yasa hâlâ tartışılsa da, evreni tanımamızda önemli bir rolü olmuştur. "...tüm evren aslında sizin hologram dediğiniz yansıtılmış bir imgeden başka bir şey değildir dostum. s/225"
Canlı bir mozaik
Romanda tüm evrenin bir 'yansıma' olduğu anlatılmaya çalışılıyor. 'Zamanın' çizgisel değil de, hologram içkinliğinde 'döngüsel' bir kurgu olduğunu, her şeyin spiral bir kara deliğe aktığını ve tüm bunların sonunda da oluş-yok oluşun birbirini tamamladığı canlı bir mozaik çıkıyor karşımıza Yaşayan, soluk alıp veren, üreyen bir yapısı vardır. Bu bir tür canlı organizma gibidir. Eğer isterseniz bu organizmayı ateş, kil ve kumdan yapılan bir seramiğe benzetebilirsiniz. Seramik ustasının elinde çamur önce biçimsizdir, sonra yavaş yavaş belirgin bir görüntü alır ve sonunda bir sanat eserine dönüşür. Tıpkı bir yontu ustasının taşa biçim vermesine benzer bu. Engin Geçtan, romanını bu türden benzetmeleri andıran bir teknikle sürekli yoğuruyor, yeniden yaratıyor, okurla paylaşıyor ve metnin bir ucunu 'açık' bırakıyor. 'Tren' adlı roman yarı canlı gibi nefes alıp veriyor, okundukça ürüyor, çoğalıyor; okundukça besleniyor, yeniden yapılanıyor.. Okuru bu anlamda sıradışı bir anlatım, güç bir okuma serüveni bekliyor.
Yunanlı filozof Platon'un ünlü 'idealar âlemi' günümüze kadar yüklendiği yorumlarla çığ gibi büyüyerek gelmiştir. Platon'a göre 'idea' asıl olandır, nesneler onun kopyasıdır. Biraz daha açıklayalım "Platon, varlığı, idealar ile birleştirir ve duyular âlemini gölge sayar. Onlar kopyadır, geçici varlıklardır. İdealar, eşyanın aslı olduğu için, eşyalar da ideaların taklidi, ondan pay alan, gerçek varlığın bir kopyasıdır. s/29-30 Platon, Matrix ve Tanrı. Ekrem Sevil."
Romandaki temel nedensellik 'gerçeği' arama üzerine yoğunlaştığından, Platon'un 'idealar âlemi' bu açıdan önem taşıyor. Yaşadığımız dünyanın ve tüm nesnelerin/olayların 'gerçeğinin' başka bir evrende olması, bize sadece yansımaların gelmesi, önce bireyi şaşırtır ve sonra şu arayışa yönlendirir 'Her şey bir göz aldanması mıdır?!' Belki de..
Bilinmeyen bir yerden trene binen yolcuları sürpriz bir yolculuk beklemektedir. Her birinin isimleri ilginçtir "İsmi-Lazım-Değil, Roka, Kedi-Bobo gibi.." Romandaki kahramanlar karton kişiler gibi birbirlerinin içine geçen, gölgeler halinde kayıp giden bir konuma sahip. Tren yolculuğu sürerken kahramanlar birbirlerinin kişisel geçmişine uzanıyor, yer değiştiriyor, zaman içinde farklı değer yargılarına tanık oluyorlar. Yazarın ustaca ve gizliden sordurduğu soru tarihsel açıdan önemlidir. "Gerçek nedir?" İnsanın binlerce yıldır merak ettiği, yanıtını aradığı, peşinde koştuğu bir sorudur bu. Filozofların, teologların yanıtını aradıkları ciddi, insanı uğraştıran, yanıtı zor bir sorudur bu. Roman bu sorunun yanıtını aramak yerine, okuru dolaylı yollardan açıklamaların olduğu boyuta taşıyor. Budha felsefesinin temel yapı taşı sayılan 'Her şey geçicidir. Geçmiş ve gelecek yoktur. Sonsuz bir şimdiki zaman vardır.'
Roman içinde yapılan konuşmaların, bazı sözcüklerin okuru farklı düşünmeye yönlendirdiğini söylemeliyiz. Sözgelimi, şöyle bir tümce okuruz. "... evrende yalnızca doğum ve yaşam vardır. ..yani yaşam bir yanılsama mı? s/225" Evrenin tamamının bir yazılım programı olduğu, önceden buna işlerlik kazanıldığı, bizlerin bu gerçekliğe uygun olarak yaratıldığı kaygısı çıkıyor ortaya. Okur bu kaygıyı kafasında tartıp olgunlaştırırken, romandaki kahramanların bilinç kaybı ve bellek kaybı yaşamaları ise belirli bir gerilimi çağrıştırıyor. Hiç kuşku yok ki, bu yazılım programı iddiası Kutsal Kitap'ları çağrıştırıyor.. İlahi metinlerin içinde/derinliklerinde keşfedilmeyi bekleyen, 'özel okumalarla' anlaşılabilen inisyatik bir algılama biçimi de okura veriliyor.. Romanı okurken A priori temelinde yaratılan edimsel içsellik, kitabın finaline koşar adım değil de, trenin yolculuğu gibi döngüsel daireler çizerek 'zamanı' yeniden oluşturmaya çalışıyor.
Roman çokkatmanlı bir anlatım içeriyor demiştik. Yazar öylesine yoğun bir yükleme yapıyor ki, okurun felsefe tarihinin kısa özetini yaşaması işten bile değil. Doğu felsefesinde 'ruh göçü' diye bir inanç vardır. Ruhun ölmediğine, evrende sürekli olgunlaşarak yer, zaman ve beden değiştirdiğine inanılır. Dengbej türü bir anlatımla bu ve benzeri konular aralara serpiştirilmiş. "Biz yolumuza devam edersek nasıl tekrar karşılaşabiliriz ki? - Ben ve sen her yerde olduğumuza göre bu aslında çok kolay, evrenle birlikte dans edebildiğin sürece. s/226"
Şark Ekspresinde Cinayet adlı romanında A. Christie bir tren yolculuğundaki karmaşık cinayeti anlatıyordu. Engin Geçtan da böyle bir gerilimi paylaşıyor okurlarıyla. Yahudi asıllı Elyas'ın okuduğu gazete 1943 yılına aittir. Yahudilerin topluca soykırıma uğradığı Auschwitz Kampı'nda donup kalmıştır kendisi. Toplama kampında ölmüştür. Elyas bu kez de trende öldürülür ve olaylar iyice karışır. Kitapta buna benzer daha başka soykırımlar/katliamlar da (Kızılderili, Aztek gibi...) yer alıyor. Tüm olayların geçtiği, kahramanların (kısa aralıklar hariç) içinde bulunduğu tren başlı başına bir hologramdır aslında. Bilinen tanımsallığın dışına bir yolculuk için romandaki tren ve içindeki yöneticiler hayli ilginçtir. Belirli bir yerde durmayan, sürekli aynı zaman ve mekânda gitmeyen bir trendir bu. Kitabın yolculukla ilgili bölümleri 'gerilim' duygusu yaşatıyor.
Romanın bazı bölümlerinde post bir anlatım görüyoruz. Yazarın doğrudan katkı yaptığı bu bölümlerde anlatıcı ve kahramanlar bazen karşılıklı konuşur, dost olur, sinirlenir, bazen de yollarını ayırırlar. Birkaç örnek verelim "...anlatıcıya müteşekkirim, beni hikâyeye katmak için saçımın kendi rengine dönmesini bekledi. s/54" "İlaçlarım. Anlatıcı göndermiş, içinde bir de not var, 'Aksatmadan al!' diyor. s/186" "Neden bizleri iki parçaya böldün anlatıcı, hakça değil bu! ? Yansımalarımız aslında evrenin her yerinde, yalnızca burada ve aşağıda değil.Öyleyse onları neden görmüyoruz? Biz neye bakıyorsak bize göre gerçeklik odur, zihinlerimizin kapasitesi her şeyi aynı anda görmemize yeterli değil. s/246"
Gerçek nedir?
'Gerçek nedir' sorusu insanı temelden ilgilendiren, evrenin yapı taşı sayılan, nereden gelip nereye gideceğimizi belirleyen bir yanıtı içermektedir. Evrende dolaşıp 'büyülü taşı' arayıp bulmak, bireyin kendi benliğini yeniden yaratması anlamına gelmektedir. Romanın Pagan inançlara atıfta bulunması bu yüzdendir. Yazar bu bilinçle romandaki kişilikleri parçalara ayırıyor, onları farklı zaman ve mekânda gezdiriyor, bellek oyunları yaşatıyor, bir yerden sonra da 'özgür' bırakıyor. 'Aydınlanmanın', ışığı bulmanın, sevginin ve gerçeği aramanın temel yolu bireyin özgürce yapacağı içsel yolculuk sayesinde gerçekleşebilir. E. Geçtan yarattığı kahramanlarına bunları yaptırırken bir yandan da okurlarına gizlice şu soruyu soruyor 'Siz böyle bir yolculuğa çıkmak ister miydiniz?'
Tren adlı romanın kurgusu çok farklı bir anlayışla yazılmış. Roman yazma sanatının çağdaş bir versiyonu adeta. Yazarın kişisel düşünceleri, evrenin temel sorunları ile örtüşünce, okurun keyifle okuyabileceği bir kitap ortaya çıkmış. Okuma keyfini arada sırada bozan bozuk tümce sayısı çok fazla olmasa da yazara katkı amacıyla birkaç örnek verelim: "Avrupa'ya göç etmiş bir akrabamız ben çocukken bizim oraları ziyarete geldiğinde bana arkasından kurulunca hareket eden bir oyuncak ayı getirmişti, ilk gördüğüm andan itibaren onu çok sevmiştim, insanlardan da çok, onun da beni çok sevdiğine inanırdım. s/113" Bu metindeki aynı sözcükler ve gereksiz adıl kullanımına dikkat! "Ben önde beyaz entarililer arkamda süren kovalamaca beni iyice halsiz ve soluksuz bırakmaya başlamışken artık seyrelmeye başlayan sarımsı bulutların arasından treni görür gibi oluyorum ilerimde. s/69" Bu tümcede ise 'virgül' konulmaması ve yanlış seçilen sözcükler göze çarpıyor. Bir de unutmadan imleyelim ki, romanın içinde 'sonra' sözcüğü çok sık kullanılmış Meraklı okurlar dört yüzden fazlasını sayabilir.. Asıl eleştirimizi romanın finaline sakladık. Engin Geçtan gerçekten de okumaya pek alışkın olmadığımız türden bir roman yazmış. Üzerinde epeyce uğraştığı, emek verdiği hemen belli oluyor. Daha önce de imlediğimiz gibi romanın anlatımı, kurgusu, konusu, yaratılan kahraman ve figürleri ustaca oluşturulmuş. Böylesine ilginç, çokkatmanlı bir anlatım içeren, düşünsel derinliği olan, okuru yer yer sarsan, felsefe ve teoloji ağırlıklı bir romanın finali daha çarpıcı olmalıydı. Yazarın doğrudan katkı yaparak sıradan bir anlatımla finali bitirmesi yeterli gelmiyor okura.
Tren her yönüyle ilginç bir roman. Algılama açısından ise okuru sıkı bir sınav bekliyor. Sıradan bir okurun çok zorlanacağı, işin içinden kolayca çıkamayacağı, sürekli başa dönebileceği, düşünsel derinliği olan metinlerden oluşuyor. Felsefe ve teolojiye ilgi duyanların ise kesinlikle okumaları gereken bir kitap, Tren.