Kürşat Başar, “Karasu, kediler, geçmiş zaman”, Picus, Aralık 2004
Bebek Kahvesi’nde ilkyaz sabahlarının güneşli ama biraz esintili havası, tavla oynayan balıkçılarla birkaç üniversitelinin gürültülü konuşmaları, Apo’nun hal hatır sormaları arasında masanın üzerinde duran kitaplardan biri Ece Ayhan’ın Yort Savul’uysa öteki de Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’ydi.
Herhalde henüz on sekiz yaşıma bile gelmemiştim. O günlerde dönüp dönüp okuduğum Karasu masalları beni öykü tekniğiyle, diliyle, kurgusuyla şaşırtmıştı. On altı yaşımda rastlantı sonucu okuduğum William Faulkner’dan ve Samuel Beckett’den sonra ilk kez böyle bir kitap görüyordum ve bunu bir Türk yazarın, üstelik o sıralar adını kimseden duymadığım bir Türk yazarın yazmış olması beni çok etkilemişti.
Pembe kapaklı kitap eskimiş, her tarafı çizik içinde, sayfaları sararmış; ama hâlâ kitaplığımda özel bir rafta, en sevdiklerimin arasında duruyor.
Göçmüş Kediler Bahçesi’nde hem her öykünün/masalın kendine özgü bir yapısı vardı, hem de aralarda kitabın bütününü kuşatan başka bir öykü devam ediyordu. Hatta itiraf etmeliyim ki o sıralar yazdığım ama sonradan yayımlanmayan bir sürü öykü denemesinde onun yaptıklarına benzer bir şeyler yapmaya uğraşmıştım.
Geçenlerde Göçmüş Kediler Bahçesi’nin Aron Aji tarafından yapılan İngilizce çevirisinin, Amerikan Edebiyat Çevirmenleri Derneği ALTA’nın bu yılki Ulusal Çeviri Ödülü’nü aldığını okuyunca bunlar geldi aklıma. Daha önce de Karasu’nun Troya’da Ölüm Vardı adlı kitabını çeviren Aji’nin son çalışması için övgüler okuyunca, Göçmüş Kediler Bahçesi’nin “yirminci yüzyılın en önemli edebiyat metinlerinden biri” olarak nitelendiğini görünce ona teşekkür etmek istedim. Üstelik bu kadar zor ve karmaşık bir kitabı başarıyla çevirdiği için de tebrik etmek...
Karasu’nun ilk öykülerini topladığı Troya’da Ölüm Vardı’yı sanıyorum Ali Poyrazoğlu önermişti bana. Sonra, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nı okumuştum.
Birkaç yıl sonra Gösteri’de çalışırken Karasu’yu telefonla arayıp, yeni bir öyküsü olup olmadığını sordum. O sıralarda Gösteri dergisinde her ay yeni bir öykü ve yeni bir şiir yayımlıyor, ayrıca yazar ve şairle yapılmış uzun bir röportaj koyuyorduk.
Karasu telefonuma şaşırmış gibiydi. Kendisini nereden bulduğumu, neden bir öykü istediğimi, önceki yazdıklarını ne zaman okuduğumu, kaç yaşında olduğumu ve buna benzer bir sürü soru sordu bana.
Bu yaşta kitaplarının hepsini okumuş olmama şaşırmış gibiydi. Ben bütün soruları cevapladıktan sonra bu kez de elinde yeni bir öykü olmadığını, hele röportaj yapmanın kendisi için mümkün olamayacağını söyledi.
Ben de ısrar ettim. Ankara’da yaşıyordu. Bu kez onu bahane etti. “O zaman hemen kalkıp gelelim,” dedim. Fotoğraflarının da çekilmesi gerektiğini duyunca iyice huysuzlandı. Yaklaşık bir saat süren bir telefon görüşmesinde yavaş yavaş ikna etmeyi başardım. İstanbul’a gelmeyi kabul etti.
Sevgi Sanlı’nın terasında, bir yaz akşamüstü, Doğan Hızlan, Ali Poyrazoğlu, hep birlikte oturup yemek yedik. Bırakın röportajı, fotoğraflar için bile hâlâ ikna olmamışa benziyordu.
Ama işin komiği, ona yaptığım bu eziyetle kalmayıp ertesi gün fotoğrafçımız Cengiz Cıva’yla birlikte onu Yedikule Surları’na götürdük. Surların üzerinde yürürken fotoğraflarını çektik. “Bu eziyet ne zaman son bulacak cancağızım,” deyip duruyordu. Ama sanırım sonuçtan o da memnun oldu sonra.
Karasu’yu aslında nereden tanıdığımı çok sonra farkettim. Onun ismiyle ilk karşılaşmam, D.H. Lawrence’ın Ölen Adam çevirisiyle oldu. Az yazan, titiz bir yazardı. Zaten kitaplarını okuduğunuzda bu kişilik yapısını açık seçik görürsünüz.
Yıllar sonra Kısmet Büfesi, Gece ve Kılavuz adlı kitapları yayımlandı.
Türk edebiyatında ve hikâyesinde çok özgün, farklı, tümüyle kendi sesini yaratmış, kendi dünyasını kurmuş nadir yazarlardan biridir Karasu.
Eğer öykünün ölüp ölmediğinin tartışılmaya başlandığı şu günlerde yolunuz bir kitapçıya düşerse, Göçmüş Kediler Bahçesi’ni alın. Öykünün o zengin bahçesine girip bir zaman kendinizi unutun.