Emek Erez, "Bilge Karasu’dan mektuplar: 'Sıkıntılı bir günün akşamında...'", Gazete Duvar, 8 Mart 2024
Yazar mektuplarını okurken aklımda genellikle iki düşünce belirir. Birincisi, yazanın konumu çünkü bu mektuplar çoğu zaman yayımlanacağı bilinmeden kaleme alınan metinlerdir, kişiseldir. Bu nedenle 'Acaba bu metinlerin herkes tarafından okunur hale gelmesi yazara ne hissettirirdi?' sorusu yakama yapışır. Diğer taraftan bu mektupların bellekle ilişkilenen bir yanı vardır. Kültürel belleği, içinde yaşanan çağı anlamanın bir yöntemi olarak düşünürsek yazar mektuplarını, zamanın koşullarını, bulunulan kültürel ve politik ortamı, bu ortam içinde süren tartışmaları görmemiz açısından işlevsel bir yere koyabiliriz.
Mektuplardaki kişisel yan -yazanın konumunu bir tarafa bırakırsak- bize yazarın yazma edimi, hayatta kalma çabası, etkilendiği durumlar, yaşamının gündelik ayrıntıları hakkında bilgi sahibi olma şansı verir ve okuru ona yaklaştırır. Gerek kültürel belleğe ekleyebileceğimiz taraflar gerekse yazara dair kişisel bilme arzumuz mektupları ilgi çekici kılar. Bu açıdan yazar mektupları bana kalırsa, yazarların düşünce mirasının önemli parçalarıdır. En azından benim okurluk çabam açısından düşündüğümde bu mektuplar -yazanın konumu konusunda ikircikli bir duruma soksa da- okumadan duramadığım bir yerde durur.
Mesut Varlık tarafından hazırlanan, Bilge Karasu’nun,'Enis Batur’a Mektuplar ve Ankara Yazıları kitabı, yukarıda bahsettiklerimi bir kere daha düşünmeye vesile oldu. Kitapta, Bilge Karasu’nun Enis Batur’a 1973-76 ve 1985-94 yılları arasında yazdığı mektupların yanı sıra Varlık’ın Enis Batur ile yaptığı, 'Ustadan Çırağa' adlı söyleşiye, Batur’un, 'Bilge Karasu’nun Ankara’sı' yazısına ve yine Karasu’ya ait 'Ankara’nın Atkestanelerinde Sığırcık Yetişirdi' adlı metnine yer veriliyor.
Karasu ve Batur arasındaki samimi bir dostluğun izini sürebildiğimiz bu metinlerde, yukarıda bahsettiğimiz özellikleri genel olarak bulabilsek de bana kalırsa bu mektuplarda kişisel yan, yazma edimi ve dönemin kültürel ortamı öne çıkıyor. Karasu’nun yazıyla ilişkisi, hayatta kalma mücadelesini yazma arzusuyla birlikte sürdürme çabası, yer yer yazıya, yazarlığa dair yönlendirmeleri, yazılarının veya kitaplarının yayımlanmasıyla ilgili sıkıntılar, dil konusunda titizliği bu metinlerde tanık olduğumuz ayrıntılar. Ayrıca, Karasu okuru açısından bu mektupların yukarıda bahsettiğimiz "kişisel yakınlaşma" ilişkisini kurabildiğini söyleyebiliriz.
Bunun yanı sıra okuma deneyimine mektuptan gelen nostaljik bir hava da ekleniyor. Her ne kadar nostaljiyi sorunlu bir duygu olarak görebildiğimiz durumlar olsa da bana kalırsa konu yazar mektupları olduğunda, bu duyguya kapılmamak pek kolay olmuyor. Bu nedenle Karasu’nun mektuplarında, geciken cevaplara gösterdiği tatlı sitemkâr tavra, varlık sancısına, içinde bulunduğu kültürel ortamda yaşadığı zorluklara, sağlık sorunları nedeniyle çektiği ağrılara tanık olurken nostaljinin yanına bir parça hüznü de ekliyoruz.
Bir Hüzün Tonu
Bilge Karasu’nun mektuplarına sızan bir varlık sıkıntısından söz ederek başlayalım. Bu durum çeşitli vesilelerle metne yansıyor, mesela 28 Haziran 1973 tarihli ilk metnin hemen başında, mektubu "sıkıntılı bir günün akşamında" yazdığından söz ediyor. 29 Ocak 1974 tarihli mektupta şöyle anlatıyor içine düştüğü durumu: "Hemen yazardım Enis, yazmak istiyorum da. Ama kuyu diplerinde, derin kuyuların balçık diplerinde süründüğümü anlatmak istemiyordum." Yer yer mektuplara sızan bu cümlelerden bir şekilde, "sıkıntılı durumlarından" çok söz etmek istemediğini de anlıyoruz. Karasu’nun hayatı yaşadığı zamanı da düşünürsek kolay bir yaşam değil. Enis Batur’un, Varlık ile yaptığı söyleşide vurguladığı gibi, 1960’lar-1970’ler Ankara’sında farklı cinsel yönelime sahip bir kişi olarak varolmak zor ve "kültür dünyasında" bile "yaralayıcı yaklaşımlar" egemen.
Bu nedenle cümlelere sızan, şimdilerde de peşimizi bırakmayan "fark yaraları"nın Bilge Karasu için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın, Öteki Metinler kitabında yer alan, 'Özel Günlük' başlıklı metninde de bunun izini görürüz. Metnin bir yerinde şöyle yazar: "…konuştukları dili, sürekli olarak, bir başka dizgeye göre ayarlamak zorunda kalan insanlardır eşcinseller; bu ayarlama, getirdiği sıkıntının yanı sıra, 'beni anlayanlar' ile 'beni anlayamazlar' arasındaki bölüntünün verdiği bir 'bizler' duygusunun da kaynağı oluyor sanıyorum. Bu 'biz'lik her zaman yüreklendirici değildir ama yerinde de o yüreklendirme işini yerine getiriyor." [1] Seni sen yapan oluşu sürekli "başka bir dizgeye" göre ayarlamak, kimin seni anlayıp anlamayacağını tartma zorunluluğu ve bunun getirdiği "bölüntü", bir biz’e ait hissetmek ama diğer taraftan onu açıkça ifadeye dönüştürememek ve o ben’e geri dönmek, ona çarpmak… Bu cümleler böyle tahayyül edilebilir sanırım. Çünkü kişinin kendisini ait hissettiği kimlikle toplum arasında kalması çoğu zaman sıkıntılı bir varlık durumu açığa çıkarır oysa varlığın tanınmasının kişiyi kimliğinden özgürleştiren bir yanı da vardır. Kişi kendisi olarak varolamadığında bu sıkıntının farklı şekillerde yaşamına sızması, adı konmasa bile dile tutunması muhtemeldir. Karasu’nun mektuplarına yansıdığını düşündüğüm hüzün tonu belki biraz da bununla ilişkilidir.
Yazı Yaşamaya Yetmediğinde
Bilge Karasu için yazmanın kendi başına bir varoluş meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Arada bir yapılacak, hobi olarak bir kenarda duracak bir edim değildir onun için yazı bu nedenle yaşamının parçası olmaktan çok kendisidir belki de. Mustafa Arslantunalı ile yaptığı bir söyleşide yazmaktan söz ederken kurduğu cümlelerde de görürüz bunun yansımasını: "…Yazı benim için başka türlü her işi unutturan bir iş. Mesela pek çok insanda, anladığım kadarıyla yazı başka işlerin yanı sıra yürüyebilen bir iş. Yazıyı ben öyle düşünmedim, hâlâ da düşünmüyorum. Bir not, yazılı bir not, ne olursa olsun, tek başına durabilecek bir şey değil benim için. Yani yazı her zaman belli bir yapının hazırlık çalışmasıdır. Bilmiyorum pek iyi anlatamadım, bu çok özel bir şey gibi görünüyor gözüme." [2] Her şeyi "unutturan", "özel" bir şey olarak düşünüyor yazmayı Karasu, ama bu konuda bile anlamsızlığa düştüğü zamanlar olduğunu görüyoruz, 29 Ocak 1974 tarihli mektubunda şöyle yazıyor: "Artık tek bir sözcük bile yazmayacağım; yazmanın anlamsızlığı, gereksizliği iyice kafama dank etti." Göçmüş Kediler Bahçesi'nin uzunluğu nedeniyle yayımlanmaması meselesinden bahsediyor sonrasında ki Enis Batur’la yapılan söyleşiden, Metis ile yolları kesişene kadar, "kelimenin tam anlamıyla yayıncısı" olmadığını öğreniyoruz.
Karasu’nun kolay bir yaşamı olmadığından bahsettik bu sadece yayıncılarla yaşadığı sıkıntılarla veya varlık meselesiyle de ilgili değil, yukarıdaki alıntıda yazıyı, "başka işlerin yanı sıra yürüyebilen bir iş" olarak görmediğinden söz ediyor ancak yaşam şartları en azından mektupları yazdığı dönemde ona yazısıyla sürdürebileceği bir hayat sunmuyor. Mektuplarında yazıyı ve hayatta kalma çabasını birlikte yürütmek zorunda kaldığına tanık oluyoruz. Bu konuda 11 Temmuz 1987 tarihli metne bakabiliriz, burada kendisine önerilen yayınevi yöneticiliğini yapamayacağı konusundaki endişesinden bahsediyor öncesinde ve sonra şunları söylüyor:
"Buna karşılık çeviri işini düşünmek zorundayım. Birkaç gün önce sabah sabah çıkagelen ev sahibi maaşımın hemen hemen tümüne (yüzde 89’una) el koymağa kararlı olduğunu bildirdi. Çalışmak istediğim, bir şeyler bitirmek istediğim için, yaşamımdan bir yıl daha götürecek öbür seçeneği (evden çıkmağı) daha sonra düşüneceğim. Yaşamak, yemek, giyinmek için ek bir iş yapmam gerekiyor. Bütün vaktimi ek işlere de vermek istemiyorum ama. Sen 30 sayfadan söz etmiştin. Her ay 15 sayfa çevirirsem 120.000 lira verir misin?"
Karasu’nun hayatını sürdürmek için yapmak zorunda olduğu işlerle, asıl yapmak istedikleri arasında kaldığını özetleyen cümlelerden bunlar fikrimce. Ki Enis Batur da Hacettepe’de ders vermeye başlamadan önce çeviri, ders verme gibi işler yaptığından, Kuçuradi’nin desteğiyle başladığı Hacettepe’deki işinin ilk düzenli işi olduğundan söz ediyor. Ayrıca Batur’un başka bir tanıklığından yazarın yaşamını yazıyla sürdürecek koşullara sahip olamadığını bir kere daha görüyoruz: "Son derece alçak gönüllü bir bütçeyle sürdürüyordu yaşamını. Madam Karasu ve Bibik ile. Paris’ten İstanbul’a gelecektim özel bir işim için, o da Ankara’dan atlayıp geldi, çünkü Lağımlaranası’nın coğrafyasını tanıtmak istiyordu, Tarlabaşı’nda teyzesinin evine gittiğimizde ne kadar fakir olduklarına tanık oldum..."
İnsanın aklına bu bir yazar kaderi midir diye bir soru düşüyor ister istemez bu mektuplardaki sıkıntıya tanık olunca, çünkü yenilerde bir vesileyle okuduğum, Kafka’nın 'Yeni Bulunmuş Mektuplar'ında [3] ailesinden sürekli borç istemek zorunda kalan yazarın cümlelerinde de benzer bir durum gözleniyordu. Ailesine yazdığı mektuplardan birinde, "50 K ile adeta para bolluğundan ne yapacağımı bilemez oldum, acaba bir sinemaya gitsem mi diye ciddi ciddi düşünüyorum. Ama şimdilik doğru dürüst beslenmekten başka aklımda bir şey yok" derken başka bir mektubunda, "Bu sabah bir sonraki ay için ödenecek kömür faturasını görünce bir an aklım durdu… Kömür parası kira bedeline eşdeğer. İkinci odayı kiraya vermeye bakacağım" diye yakınıyordu. Kültürel alandaki bu sahipsizliğin şimdilerde de sürdüğünü görünce yazarlar bu sıkıntılar olmadan sürdürebildikleri bir yaşama sahip olsalardı ortaya neler çıkardı? Sorusunu düşünmeden edemiyor insan.
Sesleniş
Bilge Karasu’nun mektuplarında dikkatimi çeken şeylerden biri de bu mektupları bir ilişki şekli olarak görmesi hatta bir karşılıklı konuşma, 14 Nisan 1974 tarihli mektubunda, "Mektup bizim konuşmamız demekse Enis’e söylemeliyim, yazdığı zaman benim mektubumdan yola çıksın, ben nasıl olsa onun mektubundan yola çıkıyorum yazarken" diyor. Konuşmaya göre cevapları geciken bir yan taşısa da onun bu metinleri bir çeşit sesli diyalog biçiminde düşündüğü söylenebilir. Çünkü mektuplarında şöyle cümlelere rastlıyoruz, "Sesim sana ne zamandır bir tuhaf geliyor. Ya uzak, ya da huzursuz. Besbelli başka bir ses bekliyorsun…", "Sesimi gene beğenmeyeceksin bebe, biliyorum. Kusura bakma. Kurudum. Yaşayıp gitmenin boşluğu…", "Sesim arada bir uzaktan da gelse-ya da, gelir gibi olsa-üzülme!" Bu cümlelerde görüldüğü gibi, Karasu mektupları karşılıklı bir ses verme olarak görüyor, verdiği sesin karşılığını beklerken cevap gecikirse tatlı tatlı sitem etmesi de ondan belki. Bu nedenle bu metinler biraz da karşılıklı seslenmenin, birbirine kulak vermenin, bir dostla dertlenip keyiflenmenin, uzaklığı yaklaştırmanın sanki bir mekânda buluşurcasına karşılaşmanın yeri haline geliyor.
Mesut Varlık tarafından hazırlanan, Enis Batur’a Mektuplar ve Ankara Yazıları adlı kitap, Metis Yayınları tarafından basıldı. Bu yazıda mektupları odağa almış olsam da başta bahsettiğim gibi metinde, Bilge Karasu için Ankara’nın anlamını düşünebildiğimiz Batur’un 'Bilge Karasu’nun Ankara’sı' yazısıyla ve Karasu’nun Ankara’nın kedilerinden, sığırcıklarına, semt pazarlarından, kentin simge mekanlarına, sokak satıcılarından, karlı Ankara günlerine değindiği, 'Ankara’nın Atkestanelerinde Sığırcık Yetişirdi' metniyle karşılaşıyor kentin sokaklarını arşınlayabiliyorsunuz. Tüm bunların yanı sıra yazarın yaşamına ve yazısına biraz daha yaklaşıp yer yer hüzünle yer yer nüktedan bir dille yazdığı mektuplardan seslenişini duyuyorsunuz.
Notlar
[1] Karasu, B., (2010), Öteki Metinler, s. 78, Metis Yayınları. Metne dön.
[2] Bilge Karasu Aramızda, (2019), s. 77-78, (Haz. Füsun Akatlı, Müge Gürsoy Sökmen), Metis Yayınları. Metne dön.
[3] Çev. Kâmuran Şipal, s. 31-39, Cem Yayınevi, 2012. Metne dön.