ISBN13 978-605-316-016-8
13x19,5 cm, 96 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Sandık Lekesi, 2000
Doyma Noktası, 2002
Yere Düşen Dualar, 2006
Yüzünde Bir Yer, 2009
Karaduygun, 2012
Sultan ve Şair, 2013
Barbarın Kahkahası, 2015
Aramızdaki Ağaç, 2019
Gaflet, 2019
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

İlksöz, s. 9-13

Yazmak durduruyor. Yazarken kaç yaşındaysam, o tarihte kalıyorum. Bir fotoğraf karesindeki yüzlerin hiç değişmediği gibi. Zamanın bir yerinde, göz kırpışması denli kısa bir anda veya ta çocukluğa varan uzun bir anımsayışta aydınlanan bir oluş, içine sokulduğu zamanı tam anlamıyla donduruyor. Dışarıda akıp giden süreğenlikten alıkonulmuş, kendi dakikalarını kuran hayali bir zemberek geriliyor içimde. O halde durmam gerekiyor. Nasıl ki – şu anda– bu satırları okurken, yazarkenki halim gözünüzde beliriyorsa; şu noktalı virgülden sonrası, nasıl ki sizin için dizili bir yazı, benim için derin bir boşluksa, ben hâlâ o boşluğun önünde yazarkenki halimle durmaktayım. Hiç büyümeden...

Zaman zaman, yazma eylemi ile kibirliliği birbirinden ayıramıyorum. Bana kalırsa, yazdıkça kendi cehennemime çekilen bir zavallıyım da. En alçakgönüllü olduğum zamanlarda bile çapraşık bir küstahlığa bürünüyorum yazarken ve benliğimi kışkırtan küstahlıktan biraz olsun kurtulmak için, önümde açılan beyaz boşluğa, akıl, gözlem ve mantık dolu satırlar döşüyor, döşüyorum, sonra bir bakıyorum ki hepsi safsata! Tümünü siliyorum. Bir çırpıda, hiç düşünmeden... Bu kez biraz aşınmış oluyor boşluğum, biraz izli. İçimdeki sesin –yabansı, kekeme, uğultulu, akışkan veya düzensiz, her neyse– aynısını o beyazlığa dağlama şehveti doğuyor sonra. Aslında, ne gördüğümü değil ne olduğumu yazmak istiyorum, ben; neyi yazıyorsam onun ta kendisi olmayı ya da. Bir kabuksa kabuk, bir tüyse tüy, bir kişiyse o kişi olmanın tuhaf şizofrenisine kapılmayı...

Edebiyatım nedir? Sayfalarca biriktirdiğim öznelliğim mi? Kanaat simsarlarınca günden güne ele geçirilen “zamanın ruhuna” karşın, bağımsızca yazarak kendi ruhuma baktırmak mı yoksa? Zamanın vahşi topuzuyla ezilmemeye direnerek, okur için olmasa da, okura yazmak mı? Peki bu soruları sormaktansa; zorlu emekler vererek yazdığım incecik kitapları kütüphanemden çekeceğim zaman, orada bir eksiklik oluşup oluşmayacağını neden kendime soramıyorum? Büyük olasılıkla, bu soruyu sormaktan beni alıkoyan bir şeye sahibim de ondan. Yumurta büyüklüğünde olduğuna inandığım bir tutku taşıyorum göğsümde. Pelür bir zarla koruyabiliyorum onu. Şükürler olsun, koçbaşlarla saldıran soruların yıkıcı etkisine, onca narinliğine karşın dayanabiliyor. Yine de, tutkumu haznesinde dengeli bir biçimde taşıyabilmek için sürekli dik ve temkinli yürüyorum. Kaygımsa en az onun kadar büyük.

Neyse ki yazdığım her şeyi er ya da geç kem gözle okumayı başarmışımdır. İlk kitabım Ortadan Yarısından yedi yıl önce yayımlandığı gün, içimi tuhaf bir hüzün kaplamıştı. Kapağında bir yaprak kesiti olan kitabı elime aldığımda, uzun bir süre sessizleşmiş, yayınevi yöneticilerini epey şaşırtmıştım. Galatasaray’dan Gümüşsuyu’na gelinceye değin, sersemlemiş bir halde yürüyerek onlarca insana çarpmış, üstüme gelen otomobillerle burun buruna kalmıştım. Ne bir sevinç vardı içimde, ne de heyecan. Yazmayı öğreneli beri, kendi kendime hep yazı yazmıştım. Beni “dışarıdan” yalıtan durmaklığımın, satışa hazır bir nesneye dönüştüğünü görmek basbayağı üzmüştü beni. Uzun bir süre kitapçılara adım atmadım. Çünkü yazılarım, az da olsa bir teşhir işlevi yüklenmiş, kargacık burgacık elyazımla biçimlendirdiğim kişisel haritamı, yine kendi ellerimle bir dikdörtgene biçimlemiştim. Gizli bir alanda gerçekleştirdiğim, kendimce en büyük hakkım olan tekillik, artık son bulmuştu. Şimdi o kitabı elime aldığımda içinde yer alan kimi özentili öyküleri okudukça, yedi yıl önceki anlamsız sıkıntım bugüne dair bir kehanet mi acaba, diye düşünmeden edemiyorum. Bugünkü anlayışıma uç veren öyküleri saymazsak, Ortadan Yarısından bir haberci kitap olma özelliğinin ötesine geçemiyor. Elbette bu yalnızca benim kusurum değil...

Yetmişli yıllarda doğmanın en talihsiz yanı Özalizmin tam içinde büyümektir. Gelibolu’da sokağa çıkma yasağı sırasında, kardeşimle birlikte babamın dürbününü yürütüp, Hamzakoy’a bakan evimizin penceresinden Bülent Ecevit’in ellerini arkada birleştirip önüne baka baka kumsalda yürüyüşünü izlerken, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini bilmiyorduk. Beş yıl sonra Sarıkamış’ taki yan komşumuz M. A. bir gün jandarma erlerince götürülmüş, dışarı fırlamış dargın gözlerle aylar sonra geri dönmüştü. Onun işkenceye uğradığını, konuşulanları gizlice dinlerken öğrenmiştim. Acıyı bire bir başkaları yaşamıştı, biz çocuklarsa bu acının devamında gelen sağırlığın, duyarsızlığın, körelmenin tam bir temsilcisi olarak yetiştirildik. Sistem tarafından bilinçli olarak cahil bırakıldık. Canı yanan ailelerimiz kütüphanedeki kitapları sandıklara istiflediler; kendi dönemindeki gençlerin mahvoluşunu yakından izledikleri için, tekinsiz sokaklardan korumak amacıyla bizi evlere tıktılar. Öte yandan Gaziantep’teki din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenimiz edebiyat dersine girip “olağan”, “devrim”, “kuşku”, “olgu” gibi daha bir sürü Türkçe sözcüğün yasaklandığını söyleyiverdi. Henüz biz Türkçeyi kavrayamadan o sağa sola dağılmıştı bile. 80’lerin gençleri toplumun iki başlı teenage ejderhalarına dönüşmüştü. Aydın büyüklerimize göre tam bir hayal kırıklığı, iktidara göre sorgulama yetisi güdük birer tüketim avcısıydık. Duygularımız önemsizdi. Gerisi günbegün sığlaşan daracık bir dünya...

İlk kitabımı okurken, gerçekliğe pamuk ipliğiyle tutunan, fantastik kurgulu öykülerimi 80’li yıllara özgü bunaltıdan kaçınmak niyetiyle yazdığımı yeni fark ediyorum. Bireysel sıkıntıları anlatan öykülerin ne denli sıkıcı olduğu önsezisiyle yapmıştım bunu. Ama beni bu ilksözü yazmaya iten başat neden, çok daha bağışlanmayacak bir şey: otosansür.

Az sonra okuyacağınız Esir Sözler Kuyusu’nun bir bölümü, ilkgençlik çağımda, okunaksız bir elyazısıyla güncelere yazdığım; bir bölümüyse dergilerde yayımlanıp kitaplaşmamış ve ilk kitapta yayımlanmış bazı öykülerden oluşuyor. Cümle bozukluklarını düzeltmek ve fazlalıkları atmak dışında, sözcük seçimlerine, tekrarlara ve şimdi tercih etmeyeceğim sözdizimlerine müdahale etmeden yayıma hazırladım Esir Sözler Kuyusu’nu. Kısacası hiçbiri son dönem öykülerim değildir. Elbette ki her yazarın yayımlamadığı bir iki öyküsü vardır. Ama benim için ilgi çekici olan, şimdiki anlayışımla saf ve derin bulduğum, –bence– ilk kitaptaki kimi öykülere göre epey aşkın olan bu öyküleri, nasıl bir korkuyla yayımlamadığımdır? Kız çocuğundan genç kadına geçiş evresini, tek başına hayata başlama tedirginliğini açımlayan, dişilliğin kimyasını çözmeye uğraşan kimi grotesk, kimi ironik olan bu öyküler, zamanında beni neden utandırmıştı? –O öyküleri yazan kız, yaklaşık on dört yıl geride durakaldığı için hakkında ileri geri konuşabiliyorum.– Dergilerle ve gençlik ödülleriyle başlayan “şanslı” edebiyat serüvenimdeki bu kara delik, çocukluğu anlatarak çocuksu veya nahif olma korkusunun yanında, fazlasıyla muhafazakâr bulduğum edebiyat topluluğunda bir yetişkin olarak yer alamama kaygısından ileri geliyordu. Genç yazarını, önünde düğme iliklenecek resmi kurallara bağlı yazınsal anlayışlara iten yaşlı edebiyat kurumu, farkında olmadan, yeni yazara kendi dünyasını dayatıyor çünkü. Yalnızca dayatmakla kalmayıp görevini tamamlamak gayesiyle, yeni gelenin güzel Türkçesini övmekle yetinerek edebiyatın en temel dayanağı olan “güzel dil” sanki bir yan unsur olabilirmiş gibi–, kendi yerleşik değerlerinden de ödün vermeyi sürdürüyor. Ne yapalım elimizdeki buysa idare edelim, dercesine...

Hiç kuşkusuz, henüz otuzlu yaşlarını süren bir yazar olarak, daha dördüncü kitabımda, ilk gençlik yıllarımda yazdığım kusurlu öyküleri yayımlamakla fazlasıyla ileri gittim. Gerçek şu ki, bundan sonra yazacaklarıma kaynak oluşturan bu öykülere sırtımı dönmektense, onları sırtlanmayı yeğledim. Ama asıl önemlisi, on sekiz yaşında bir kıza kendimi bağışlatmamdı. Çünkü az sonra okuyacağınız “çocuksu” öykülerdeki dil, benim şu anda kurmaya çalıştığım, salt gövdeyle biçimlenen dile analık ediyor. Olabilecek değil oluşmakta olan bir gövdenin hançeresinden çıkan bu tiz ses, kesinliği karar verilmemiş gerçeklikleri, içinde pullar uçuşan karanlıktan çıkarıp elle tutulur bir ağrıya dönüştürüyor.

İlksöz’ü bitirirken göğsümdeki tutkuyu koruyan duamı da paylaşmak isterim: Ey benim güzel Allah’ım! Yetkinlikten, okuruna güvenmeyen kör parmağım gözüne metinler yazmaktan beni koru. Bırak bir gözüm hep kapalı kalsın. Bundan sonra yazarken hiçbir şeyi aktarmak, kurmak, hesaplamak istemiyorum. Dileğim duyumsamak, yalnızca duyumsamak...

Nisan 2004

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X