Ayla Akbuar, "Engin bir modern çağ bilgesine açık teşekkür", Vatan Kitap, 7 Kasım 2014
Engin Geçtan kitaplarında ortak bir payda vardır: Hiçbir zaman bahsedilen şey yalnızca “o şey” değildir. Mutlaka, “bahsedilen”in alt metninde insanın kendini sorgulaması, kendine ve içinde yaşadığı ortama dışarıdan bakması teşvik edilir. Engin Geçtan’ın Rastgele Ben kitabı bu nedenle kendine ve içinde yaşadığı ortama daha dikkatli bakmak isteyenler için.
On sekiz yaşındayken bir kitap okudum. On sekizime kadar da, sonrasında da çok kitap okudum, yanlış anlaşılmasın. Ancak on sekizimde okuduğum o kitap, hayat görüşümün ve duruşumun şekillenmesinde önemli kilometre taşlarından oldu. Sonraki yıllarda o yazarın kitaplarını heyecanla bekledim, ilk çıktığında koşa koşa gidip aldım.
Her birinde yeniden ve yeniden varoluşuma yaptığı katkıyı teşekkür ve minnetle kabul ettim. Bir bilim insanı, bir doktor, bir profesör olmasına rağmen hiçbir kitabının kapağında bunu belirtmeyip, sadece Engin Geçtan olarak anılmayı seçmesini, üst sistemlerin kölesi olmayışının göstergesi olarak gördüm. Muhtemelen bu yazdıklarımı okuduğunda rahatsız bile olacağını düşündüğüm bu modern çağ bilgesinin yazdıklarını okur-yazar olan herkes okuyabilse ve idrak edebilse, tez zamanda karanlıklardan aydınlığa çıkabileceğimize inandım.
İlk dört kitabı (İnsan Olmak, Varoluş vePsikiyatri, Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, Psikanaliz ve Sonrası, kendi bilimsel disiplini, psikiyatri alanında olan Engin Geçtan, daha sonra romanları (Dersaadet’te Dans, Bir Günlük Yerim Kaldı İster misiniz?; Kırmızı Kitap, Kızarmış Palamutun Kokusu, Tren, Kuru Su, Mesela Saat Onda), denemeleri (Kimbilir, Hayat, Zamane), bir adet söyleşi kitabından (Seyyar) sonra nihayet bir anı kitabıyla Rastgele Ben okumaktan aldığımız zevki düşünmeye ve sorgulamaya dönüştürerek, hayata dair titreyip kendimize gelmemize aracılık ediyor.
Rastgele Ben sıradan bir anı kitabı değil. Anlatı, ellili yıllarda İstanbul Tıp Fakültesinin taze bir mezunu olarak Amerika’ya gidişiyle başlıyor.Amerikan toplumunun o yıllardaki toplumsal tasviri, meslekteki ilk deneyimleri, psikiyatri biliminin o günkü gerçeklerini çok renkli anlatışını okurken, uzun bir süre sonra memlekete döndüğünde (1960 sonrası) gözlemlediği kültürel dönüşüm karşısındaki şaşkınlığı anlatırkenki samimiyetine ve her iki topluma da (Türkiye ve Amerika) dışarıdan ve olabildiğince nesnel bir gözle bakabilme becerisine de şapka çıkarıyoruz.
Türk Psikiyatrisi
Engin Geçtan kitaplarında ortak bir payda var: Hiçbir zaman bahsedilen şey yalnızca “o şey” değildir. Mutlaka, “bahsedilen”in alt metninde insanın kendini sorgulaması, kendine ve içinde yaşadığı ortama dışarıdan bakması teşvik edilir.
“Gelin bizi yönetin ki, biz de sizden ve yönetiminizden yakınarak kendimizden kurtulalım diyorsunuz” cümlesini okuduğumuzda memleket havalarının kulaklarımızda çalmaması mümkün mü?Ya da “İnsanın kendi varoluşunu algılayabilmesine giden yol, sanıyorum, öncelikle kişinin kendisini nasıl varedemediğini yakalayabilmesi ve görmesiyle açılmaya başlıyor. Bence çoğu insanın bir şeyler ‘yaparak’ varolabileceğine inanmış olması bu yolun açılmasını engelliyor. Çünkü ‘olmak’ ‘yapmak’tan önce gelir” cümlesinden sonra yapma çabasında mıyım, yoksa olma çabasında mı, dememek?
Ülkemizde ellili yılların başında psikiyatri stajı yapan doktorların elinde, sadece ondokuzuncu yüzyıl psikiyatrisinin anlatıldığı bir küçük kitapçık olması, dinamik psikiyatrinin neredeyse hiç bilinmeyişi, Sigmund Freud’un ve geliştirdiği yöntemin sadece iki kelime olarak o kitapçıkta yer alması, nereden nereye geldiğimizi çok iyi anlatıyor. Bu durum, Türkiye’nin o dönem dışa kapalı olmasının bir sonucu olsa da Amerika’daki psikiyatri eğitiminin ve kurumlarının çeşitliliğini okumak şaşırtıcıydı mesela. Bilimin gerçekte “ne” olduğu ve aslında “neye” hizmet ettiğine dair bütünsel bir bakış açısını duymak iyi geliyor. Yıllar sonra Hacettepe’nin kuruluş aşamasında yaşanan ayak oyunları, kurucunun keyfi politikasının ve egosunun üniversiteye ettikleri, küstürülen akademisyenler... Sonrasında YÖK’ün kuruluşunda ve yükseköğrenimin kamburu olmasında başrol oynayan bu “kurucu zat”ın1402 sayılı yasa ile aldığı ah’lar...
Yazının başında bahsettiğim ve hayatımda önemli bir dönemeç olan kitap, “İnsan Olmak”ın ilham gününe ve başlangıç tarihine dair okuduklarım ise, benim için bir sürpriz oldu. Yazarının o yıllarda bu kitabın yayınlanmasını “hafiflik” olarak değerlendirmesiniise, o dönemin akademik ortamının algısını yansıtması açısından ilginçbuldum. Üniversite arkadaşlarımla yazarını henüz tanımadığımız bu kitabı ne çok konuşup tartıştığımızı bilseydi keşke diye düşündüm.
Şeyler Dünyası
Ancak asıl, meraklı ve heyecanlı olmasıyla hep genç kalan yazarın ülkemizin son yıllarda yaşadığı toplumsal olayları - mesela Gezi Direnişini-ve değişimi değerlendirmesini okumak zihin açıcı. “Hayatın ilk aylarında bebek, anne memesini kendi bedeninin uzantısı olarak algılar. Yaşamımız süresince dönem dönem, eski günlerimize kayıp, çevremizdeki insanları bizi besleyecek memeler olarak görme eğiliminde oluruz. Durum süreklilik gösterdiğinde ise ‘şeyler dünyası’nda yaşanıyor demektir. Şeyler dünyasında, paylaşmanın yerini, insanların birbirini ne işe yarayacaklarına göre değerlendirdikleri bir pazar alanı alır. Karşı cins ilişkilerinde taraflardan birinin diğerine ısrarla yönelttiği ‘yaşat beni’ talebinden kaynaklanan sorunlar yaşanır. Dibe doğru çekildikçe, ahlak, izan, sağduyu, onur gibi ortak insani değerler silikleşir, doğa tahrip edilir, tarih yok edilir, engel olarak görülen kişiler etkisiz kılınır. Kendisi de dahil, hiç kimseyi ve hiçbir şeyi sevememe sonucu sevilmemenin yıkıcı isyanıyla. Pazar yerinin yalnızlığı, kızgınlıkla beslenen insanlar yaratır... Kendileriyle başlayıp biten sığ alanlarda hapsolduklarından, evrenin merkeziymiş gibi davranırlar.” Kitabın sonunda öyle bir veda etmiş ki Geçtan, John Lennon’ın çilek tarlalarından bahsetmiş olmasına rağmen, her kitabının sonunda hissettiğim hafiflik duygusunu değil, özlemin hüznünü hissettirdi bana... Evet sayın Geçtan, her yolcu kendi yoluna evet ama, lütfen bencil bir okurunuz olarak bu isteğimi mazur görün: Bağdat Cafe ve çilek tarlaları biraz daha beklesin, siz bizle kalmaya ve yazmaya devam edin...