Bürkem Cevher, "Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz"*, Agos Kitap/Kirk, 1 Kasım 2014
57 yıl psikiyatrist olarak çalışan Geçtan, bu süreye sadece akademik kitaplar değil, roman ve senaryolar da sığdırmış bir yazar. Kendi deyimi ile tam bir ‘meraklı kedi’.
Önce kapağına aşık oldum kitabın, en sevdiğim filmlerden birini hatırlayarak. Kendisi de son cümlesinde bu filme atıfta bulununca “İşte bu!” diye kapattım kitabın kapağını. Kitabı nasıl anlatırsam anlatayım yeteri kadar anlatamayacağımı seziyorum.
Olaylarla birlikte büyümek
Rastgele Ben, dört bölümden oluşuyor. Her bölümde hem anılarını anlatıyor Geçtan, hem de döneme ait oldukça isabetli gözlemlerde ve saptamalarda bulunuyor. Ancak bunu yaparken kesinlikle yüksekten bakan bir tutum izlemiyor. Bir çocuğun kendini olayların akışına bırakmasına benzer bir şekilde, kendini hayatın akışına bırakarak olaylarla birlikte büyüdüğünü ve geliştiğini anlatıyor. Değerlendirmelerini de olaylar geçip gittikten sonra daha berrak bir kafa ile yaptığını hissettiriyor.
İlk bölümde yazar, Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra biraz da hayatın akışı sonucu ABD’ye ‘intern’ olarak gidişini ve orada psikiyatri eğitimi sırasında yaşadıklarını anlatıyor. Bu arada pek çok eğlenceli ya da hüzünlü anısına değinirken, o yılların Amerika’sını ve entelijansiyasını da incelemekten geri kalmıyor.
İkinci bölümde, Türkiye’ye geldikten sonraki psikiyatrist olarak deneyimlerini anlatıyor. O dönemlerin Türkiye’sinin sosyo-politik yapısını göz ardı etmeden hem anılarını aktarıyor hem de bir psikiyatristin zamanla nasıl ilerlediğini, kendi yolunu ve tarzını nasıl bulduğunu göz önüne seriyor. Psikiyatri üzerine düşüncelerini aktarırken aynı zamanda akademik hayatın ülke politikası ile nasıl tırpanlanabildiğini ve şekillendiğini de izliyoruz Geçtan sayesinde.
Üçüncü bölümde ise Türkiye’nin toplumsal psikolojisini mercek altına alıyor yazar. Hem toplumun, hem de yöneten ve yönetilenlerin psikolojik durumunu incelerken toplum olarak yaşadığımız histerinin temellerinde kendimizi özerk varlıklar olarak geliştiremememizin yattığını görüyoruz.
Son bölümde, teknolojiye olan bağımlılığımızı çok daha farklı bir açıdan açıklıyor Geçtan, yalnızlık duygumuzu özellikle vurgulayarak. Toprakla uğraşanların bilgeliğinden uzaklaştıkça gözümüzü para bürümesini ve bunun da bizi nasıl yalnızlığa ve narsisizme sürüklediğini tartışıyor. Gezi’de yöneticisiz ve bağımsız bir yaşam ütopyasının nasıl ete kemiğe büründüğünü açıklarken, o meraklı kedinin gözlerinin ışıl ışıl parladığını hissediyoruz.
Engin Geçtan’ın kitabı bittiğinde “İşte ben de böyle yaşamak ve böyle yazmak istiyorum” duygusuna kapıldım. Dolu dolu yaşamış, çok çalışmış, çok okumuş, çok gezmiş bir yazar ancak bunları gözümüze sokmadan anlatıyor kitabında olanca mütevazılığı ile. Kendi adıma en kısa zamanda Geçtan’ın okumadığım tüm kitaplarını alıp okumak istiyorum. Kitabı kapattıktan sonra kitabın isminin bile ne kadar özenle seçildiğini hissediyorsunuz. Kitabın kapağı ise cabası...
* Milan Kundera (Geçtan, s.135).