Bir Zamanlar Amerika’da, s. 9-12.
Hikâyeme Ellili Yılların Amerikası’yla başlamam gerek. Gençlik yıllarımın beş yılını geçirdiğim bu ülkeyi nasıl karşıt duygularla yaşamış olduğumu anlatmalıyım. Çünkü meslek hayatım, yani burada anlatacağım serüven orada başladı. O zamanlar ikide bir memlekete gidilip gelinmezdi. Uçak yolculuğu pahalıydı, orada okuyan öğrenciler bile yaz tatilinde dönmezlerdi. Memleketteki insanların çoğu ömürlerini, bulundukları kasaba ya da şehirden hiç ayrılmadan sürdürürlerdi. Memleketin en büyük kentinde yaşayanlar için seyahat, şehrin bir başka semtindeki yakınlarına uzunca süreli yatıya gitmekti. Varlıklı Avrupalılar dışında, dünyada seyahat kültürü diye bir olay yoktu. Amerika’daki uzmanlık eğitimimi hastanelerde çalışarak almaktaydım. Bu da yılda on gün ya da iki hafta tatil demekti. Benim gibi keşif tutkunu meraklı bir kedi için, gelmişken Amerika’nın geri kalanını tanıma fırsatı. Nevada çölünde, tek bir kul ya da yerleşim noktasıyla karşılaşmadan ve durmaksızın üç yüz küsur mil araba sürmek zaten o yaşların olayı olabilirdi.
Amerika’da internliğimi yaptığım hastanedeki yerimi bana hazırlayan kişi olan, benden yaşça büyük meslektaşım Sabri Bilsel yıllardır Türkiye’ye gitmemişti. Benim hâlâ orada olduğum yıllardan birinde ailesini özleyip iki haftalığına annesinin ziyaretine gitti. Annesi Aksaray’da tek başına yaşayan ve İstanbul kokan bir kadındı. Vaktiyle bir akrabamın evinde karşılaşmıştım. Döndüğünde ona, yıllardır görmediği memlekette en çok neyi yadırgadığını sordum. Soba ve takunya, dedi. Alaturka helada kullanılan takunyaları kastediyordu. Bu ikisini benim de çoktan unuttuğumu fark ettiğimde şaşırmıştım, geldiğim dünyadan ne kadar çabuk kopmuşum meğer. ABD’nin öyle bir özelliği var. Seni alıp fark ettirmeden kendine mal ediverir. O yıllarda gidenlerin çoğu geri dönmedi. Birileri arkamdan benim asla dönmeyeceğimi düşünmüş, sonradan duydum, oysa dönmesi beklenenler dönmedi.
Temmuz 1956, jet motorlarına henüz birkaç yıl var. Pervaneli bir uçakla İstanbul’dan ayrıldım. Pan American olmalı. Uçağın penceresinden İstanbul’a son bakışımı hatırlıyorum, bu şehre ne kadar bağlanmış olduğumu derinimde hissederek. Sonraki durak Düsseldorf idi. Uçaktan indirildik, uzunca bir aradan sonra tekrar bindirildik. Birazdan anlatacağım nedenlerle telaşla yola çıktığımdan orada mola verileceğini bilmiyordum. Ortaokul yıllarında Karşıyaka’da kitap kiralayan bir dükkândan Düsseldorf Canavarı adında bir kitap alıp okumuştum. Bir ortaokul öğrencisi için sürükleyici bir polisiye. Uçağın Düsseldorf’a ineceğini önceden bilmiyordum ve kendimi birden Düsseldorf Canavarı’yla aynı şehirde bulunca heyecanlandığımı hatırlıyorum.
Roman kahramanları onları okuduğunuz anda orada donup kalırlar. Onları unutabilirsiniz ya da canlı kalabilirler, ama artık hep oradadırlar. Düsseldorf Canavarı’nı yıllar sonra hatırlayıp da onun dünyasına girmişçesine heyecanlandığım o an, dünyayı keşfe can atan bir çocuğun, için için düşleyip de gerçekleşmesini hiç beklemediği serüveninin başlamış olduğunu fark ettiğim an oldu. Aslında bu serüvenin, evrenin o güne kadar bana yaptığı, zaman zaman yapmayı sürdüreceği kıyaklardan biri olduğunu ileri yaşlarımda idrak edecektim.
Bir serüvene adım atmakta olduğumu neden ancak yola çıktıktan sonra fark edebildiğim sorusunun cevabı ise ayrı bir hikâye. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden haziranın ilk haftası mezun olmuştum, New York’taki hastanede temmuzun birinde bekleniyordum. Görünürde yeterli zamanım vardı, ama Amerika’ya ancak temmuz sonunda gidebildim. Durumun hastane tarafından anlayışla karşılanmasında Sabri’nin de payı olmalı, o yıllarda Amerika’daki doktor açığı da bir diğer faktör olabilir. İşlerine geldiğinde öyle esnek olabiliyorlar ki! Eleştirel anlamda söylemedim, keşke bu tür doğaçlamaları biz de becerebilsek. Ama önce, gidişimi serüven olarak nitelememin nedenini açıklamam gerek, sabrınıza sığınarak.
İstanbul Üniversitesi’nden mezun olmama günler kaldığı halde okul bitince ne yapabileceğim hakkında hiçbir fikrim olmadığı gibi, olasılıkları da soruşturup araştırmıyordum. Neden öyle olduğumu bugün de anlayabilmiş değilim. O dönemde yeni mezun bir doktor için seçeneklerin parlak olmamasını yadsıma mıydı? Yoksa olayları geldikçe yaşamaya yatkın yanım mı? Hal böyleyken aileden birileri bir başka koldan akrabalarının ABD'deki oğluyla temas kurup bana yer hazırlıyorlar, ben yine heyecanlanmıyorum, sevinemiyorum bile. Gidebilmem için yapmam gereken o kadar çok şey var ki, zaman kıt, duyguya yer yok.
Mezun olduğum günün akşamını hatırlamıyorum, birkaç arkadaşın zoruyla çıkıp amaçsızca dolaştıktı gibi çok puslu bir anı. Yıllar sonra bir araya geldiğim hukuk mezunu arkadaşım Numan birden o geceden söz ediyor. Bir grup arkadaş o gece Hilton Oteli’nin roof’una gitmişiz. Hilton o zamanlar yeniydi ve şehrin en "in" yeriydi. Bu arada hatırlatmalıyım: O yıllarda öğrenci bütçesiyle öyle bir yere gidip tek bir içkiyle vakit geçirebilirdiniz. Numan’a yanlış hatırlıyor olabileceğini söylüyorum. İtiraz ediyor, çünkü oraya ilk kez o gece gitmiş, üstelik o gece onları zamanın ünlü radyo spikeri ve seslendirme sanatçısı Tarık Gürcan’la tanıştırmışım. Yani unutulacak gibi değil, ama ben Tarık Gürcan gibi bir ünlüyü tanıdığımı nasıl olur da hatırlamam, öte yandan sanki öyle bir şey yaşanmış gibi de geliyor. Hani çocukluğunuza dair hikâyeler anlatılır, sonunda siz de onu gerçekten hatırlar gibi olursunuz ya, öyle bir şey. Bellek kaybıyla yaşanan bir mezuniyet gecesi, hâlâ bir muamma.
O sıralar bazı sınıf arkadaşlarımın da Amerika'ya gitmek için yollar araştırdıklarını fark ediyorum. Oradaki ciddi doktor açığını keşfetmişler. Mezuniyet albümünde karikatürleri benimle birlikte Çok Gezenler Kulübü başlığıyla aynı sayfaya konulan kızlı erkekli küçük bir grup. Farklı tarihlerle hepimiz tam kadro son gezmemizi Amerika’ya yaptık, en sevdiğim iki arkadaşım ve eşleri orada kaldılar, onları çok özlüyorum. Arkadaşlarımdan Amerika’daki hastanelere intern olarak gideceğimizi öğreniyorum, hepimiz o kelimeyi ilk defa duyuyoruz. İnternin ne olduğuyla ilgili pek fikrim yok, önemi de yok, yola çıkma hazırlığı yapmam gerek.
Beklenmedik bir anda evren önüne bir mecra çıkarıveriyor, orada akmaya başlıyorsun, nereye gidilecekse oraya. Gidilen yerin bir adı var, ama sonrası bilinmez. Eğer bu durum aylar önceden kendi irademle tasarlanmış olsaydı, gideceğim yerde beni nelerin beklediği hakkında fikir sahibi olsaydım, bu bir proje uygulaması olurdu. Ben ise sadece yola çıkmak üzere olduğumu biliyordum.
Gecikmemin nedeni devletin eziyeti idi. Bir ayı aşkın bir süre Ulus’ta dar bütçeme uygun külüstür bir otelde kalırken bir devlet dairesinden diğerine sürüklenip durdum. En unutamadığım da Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki bazı görevlilerin açık haseti idi. Onlar orada her gün aynı işi yapıp dururken, karşılarındaki piç kurusu, geleceği için Amerika denilen rüya diyarına gidiyordu. Ne haddine!