Handan İnci, "Mistik Bir Büyüme Romanı: Yere Düşen Dualar", Cumhuriyet Kitap, Mart 2006
Bir öykücünün ilk romanı her zaman tedirginlikle okunur. Hele öyküde çok başarılı bir yazarsa. Sema Kaygusuz'un romanını bu duyguyla okumaya başladım. Daha ilk sayfalarda Kaygusuz'un etkileyici biçemiyle okuma zevkinin doruklarındaydım. Ama bir roman için ancak son sayfasına geldiğinizde fikir sahibi olabilirsiniz; bütünü kavradığınızda. İtiraf etmeliyim ki okumaya başlamadan önce kitabın ara başlık ve bölümlerine bir göz atmış, acaba yan yana akıp giden öykü ırmaklarıyla mı karşılaşacağım diye endişeye kapılmıştım. Bitirdiğimde ise şaşırtıcı inceliklerle kurgulanmış, derinlemesine işlenmiş bir roman vardı elimde. Bütün bu öyküler düşündüğüm gibi bir kesilmeye değil, daha çok anlatının gizli dikişlerle birbirine eklenip bütünleşmesine hizmet ediyor, ortaya "tam" ve usta işi bir roman çıkarıyordu.
Kaygusuz'un romanı önce şekil olarak dikkat çekici. Birbiriyle ilgisiz gibi görünen iki bölümden oluşuyor. Öyle ki her bölüm tek başına da "iyi bir roman" dedirtebilir size. Ama birinci bölümle ikinci bölüm arasındaki bağlantıların izlendiği bir okumada roman mükemmel bir bütünlüğe ve doyuruculuğa kavuşuyor. Birinci bölümde, kendi içinde yerine oturan, ama çok da derin anlam yüklemediğiniz cümlelerin aslında nasıl zengin çağrışımları olduğunu ikinci bölümdeki yansımalarında görüyorsunuz. Bu yönüyle Yere Düşen Dualar bizden döngüsel bir okuma tarzı bekliyor. Baştan sona okunup bitirilecek bir roman değil bu. Birinci bölümün tadı asıl ikinci bölümden sonra çıkarılıyor. Bu yapı romanın içeriğine de tam tamına denk düşmüş. Roman insanlığın birbirinde yinelenen hikâyeleri üzerine kurulu. Bir yandan insan tekinin büyüme macerasını, bir yandan da ölümsüzlüğün, ucu açık akıp giden bir hayatın korkunçluğunu anlatıyor. Doğa, hem kendini yineleyen hem de her yineleyişte yeniden doğuşu yaşatan döngüselliğini ancak ölümle gerçekleştirebilir çünkü. Bu yönüyle roman ölüme, onun "varoluşu şiddetle duyumsatan" üzüntüsüne bir kaside aynı zamanda.Romanda anlatılan hikâyeler de birbirini yaratan ve tekrarlayan bu yapıyı verir. Anne-baba ve çocuk hikâyelerinden oluşan üç daire birbirine geçmiştir. Kudsi Karaca ile anne babasının, Leylan ile anne babasının, Yâşur ile anne babasının hikâyeleridir bunlar. Her biri diğerinde yaşamayı sürdüren hayatlar... Yazarın dediği gibi matruşkalar gibi birbirimizin içindeyiz: "Yoksa karanlığa mı doğuyoruz? Başkasının yansısından ibaret varlığımızı kanıksamakla mı geçiyor ömrümüz? İç içe geçen matruşkaların hazin yalnızlığı hiç çıkmayacak mı bağrımızdan? (...) Her şey olması gerektiği gibiydi belki. Bütün düzenek aynı. Evrendeki herkesin içeriği birbirine benzeş. Herkesin üstbenliği bir öncekine bağlantılı... Ortak bir hikâyeyi yineleye yineleye gömüyorduk birbirimizi."
Büyüme Sancısı
Yere Düşen Dualar, insanlığın varoluşundan bu yana yinelenen bir yolculuğun romanı: Kendini aramak, büyümek, evrenin hakikatine ermek ve tamamlanmak... Romanda bu temalar kendi gerçekliğini ve varoluşunun anlamını arayan iki çocuğun yaşadığı büyüme sancısında işlenir: Büyümek kederli. Şiddet dolu. "Büyümek". Romanın ekseninde, yolculuğu anne-baba yüzünden yarım kalmış çocuklar var. Terk eden annelerin açtığı boşluklar, babayla hesaplaşmasını tamamlayamayan, büyüyemeyen çocuk, baba kıyıcılığı... Bu yönüyle psikanalitik incelemelere de çok zengin bir malzeme sunuyor roman.
Romanın birinci bölümü bir adada geçer. İkinci bölüm ise ormanda ve yollarda. İlkinde kendi gerçeğinin sırrını babasından sökmeye çalışan bir kızın, ikincisinde ise annesiyle birlikte çıktığı uzun ve acılı bir yolculukta hem büyümeye hem de kayıp baba yurduna ulaşmaya çalışan oğulun hikâyesi anlatılır. Romanın birinci bölümündeki görece somutluğa karşı, ikinci bölümde zaman belirsizdir. Bu yönüyle birinci bölüm hayatı, ikincisi ise efsaneyi imler. Zaten "her efsanenin bugünün metaforu olduğunu" da artık biliyoruz. Sadece zamanda değil, anlatının dilinde ve hikâyenin kendisinde de efsaneye yaslanır ikinci bölüm. Bu bölümü, Leylan ve babasının falı olarak da okumak mümkün. Zaten yazar da birinci bölümde yer verdiği bir fal yorumunda tam da bunu yapıyor, ikinci bölümde olup bitecekleri fal diliyle sezdiriyor bize.
Kaygusuz, romanına "ada", "dağ", "orman" gibi çağrışımları son derece kuvvetli ve edebiyatta çok işlendiği için de tehlikeli mekânlar seçmiş. Bu mekânların hem yüzyıllar içinde birikmiş çağrışım gücünden yararlanıyor hem de onlara yeni bir içerik kazandırıyor. Bir ada hikâyesi olan birinci bölümde, adanın denize gömülmüşlüğü ve ada insanını saran bungunluk anlatının kat kat yığılmasıyla duyumsatılır. Bir de "üzüm"le... Bu mitolojik meyve, durağanlığın içinde mayalanan, sabırla olgunlaşan hayatın metaforu olarak kullanılır. Bir yolculuğu ve arayışı anlatan ikinci bölümün metaforu ise "altın"dır. Romanda kandan damıtılan altın, hem insanın çekirdeğindeki değeri simgeler, hem de insanın özünü ancak arayarak bulacağını. Kanı yapan üzüm ve kandan damıtılan altın birbirlerini tamamlarlar bu şekilde: Kendini bulmak ve sabırla olgunlaştırmak. Bunun gibi ada ve dağ da birbirini bütünler. "Her dağ sahici bir denizden doğmuştur" çünkü.
Romanın birinci bölümünde anlatıcı, babasıyla birlikte adada yaşayan bir kızdır. Aslında anneleri tarafından terk edilmiş iki çocuktur onlar. Kudsi Karaca, bütün benliğini altüst eden bu acıyıyı içinden hiçbir zaman atamaz. Yıllar sonra aynı deneyimi kızı Leylan da yaşar. Annesinin gidişiyle onun da büyüme zamanı donmuştur. Cinsel kimliğinin gelişimi sekteye uğrar. İçinde bir "er-dişi" olarak kalır. Annesi gittiği gün, babası onun yüzünde bir "boşluk" açmıştır. Bu boşluğu doldurmak için yine babasının diline ihtiyacı vardır Leylan'ın. Onun sesinden kendi hikâyesini dinlerse ancak, unutulduğu bu adada yavaş yavaş çürümekten kurtulabilecektir. Çürümek ölememektir romanda. Ölümsüzlük lanetini taşıyanlar ölümün huzurunu yaşayamadan çürümeye mahkûmdur. Leylan da annesi, babası ve amcası arasında kilitlenmiş kendi hikâyesini ele geçirmedikçe yaşamaya başlayamayacaktır. Bunun için gözünü "tekinsiz bir yer" olan geçmişine, babasına diker ama, kaldırdığı matruşkanın altında annesine ağlayan bir çocuktan başkasını bulamaz.
Tanıdık Konular
Yere Düşen Dualar'ı çarpıcı bir roman yapan, bize son derece tanıdık gelen konuları, yepyeni bir solukla işleyebilmesi. Üzüm, altın, yol, dağ, orman, su, aramak, sınanmak, at, yüzük, yazmak ve yazılmak gibi kullanıla kullanıla neredeyse tüketilmiş metaforların romanda nasıl zengin çağrışımlarla bir araya getirildiğini göstermek için her birine ayrı bir yazı yazmak gerekir. Bu metaforlar anlatıya sadece derinlik katmıyor, aynı zamanda yapıyı da belirliyorlar. "Üzüm/çekirdek/şarap/sarhoşluk/rüya" arasında kurulan bağlarda olduğu gibi... Çekirdeğinin etlenerek üzümleşmesi, yıllanarak şaraplaşması onun binlerce yıldır tekrarladığı bir yolculuktur. Tıpkı insanın yaşama macerası gibi. Şarap ise romanda, zaman içinde mayaladığımız hayatımızı imler. Bütün niteliğini hem çekirdeğinden, hem işlenme yönteminden kazanır. Hayatımızın şifresini, çekirdeğini barındıran bir şarabın sarhoşluğu bizi özümüze indirir, rüyalarımıza kapı açar. Kudsi Karaca, kendi yaptığı şarabın sarhoşluğuyla uyuduğu her gece ormanda kaybolmuş, korku dolu bir çocuğu görür, sözgelimi.
Kendini üzümle özdeşleştiren Leylan da "üzüm yağmacısı" dediği babasında gizli sırlarını çözmek için onu bizzat ürettiği şaraplarla sarhoş etmeyi dener. Fakat istediği sonucu alamaz. Herkes kendi mayasını kattığı şarabın rüyasını görebilir çünkü. Leylan için de çözümü yine kendi şarabının sarhoşluğuyla gördüğü rüya getirecektir. Rüyasında bilge bir anlatıcıdan el almış, mesel lokumunun en iri parçasını ısırmıştır. Artık içine bakmayı ve baktığı her şeyin yerine geçmeyi başarırsa, o da her ısırışta bir hikâye anlatabilecektir.
Bölümün sonlarına doğru onu yazarken görürüz. Babasına seslendiği bu metinle içine bakmaya başlamıştır Leylan, ama henüz tam bir yazar değildir; kendisi gibi metni de eksiktir.. Yazısı sık sık boş kalan satırlarla yarım bırakılır. Tıpkı "annesinin gövdesinden zamansız dışlanmış, kendiliğinden uzayan bir cümle" olan Leylan gibi... bir yanıyla varoluşundaki sırlara henüz ulaşamadığını gösterir bu, bir yanıyla da anlatmaya çalıştığı hikâyedeki kişilerin (annesinin, amcasının, babasının) yerine geçmeyi henüz başaramadığını. Leylan, yarım kalmış metinle dışa vurduğu bu eksikliği, unutulmuş kitaplarla özdeşleşerek de tekrarlar romanda. Adanın çeşitli yerlerinden topladığı unutulmuş kitaplarla bir Lodos Kitaplığı kurar ve onları yarım bırakıldıkları yerden okuyarak tamamlamaya çalışır.
Gördüğü rüyadan sonra parmağına kanından damıttığı bir yüzük takan (eline kalem alan?) ve başının üzerinde "hayali bir kitap" gezdirmeye başlayan Leylan'ın artık bir "tasarısı" vardır. Aynaya her bakışında yüz yüze geldiği yarımlığını ve bırakılmışlığını unutturacak bir tasarıdır bu: "Terk edilmekle baş edemeyince gidebilme iradesini övmeye yelten(mek)". Böylece kendisiyle birlikte, "dışımda kuracağım başka bir bütünlüğe ikimiz birden kavuşabiliriz belki" dediği babasını da kurtarabilecektir.
Romanın ikinci bölümünü, Leylan'ın babasına anlattığı "hayali kitap" oluşturur. Leylan "başka adlar altında" buluşturduğu ailesinin hikâyesini "hiçbir şekline katlanamam" dediği otobiyografik kitaplar gibi değil, hayattan daha gerçekçi bulduğu efsanelerin tadında "anlatır". İlkinden daha yoğun simgelerle dolu bu bölümde anlatının dili lirikleşir, manzum ağıtlar ve dualar anlatıya arkaik bir tını verir. Adeta Gılgamış'ın, Homeros'un, Dede Korkut'un soluğunu duyumsarız. Leylan'ın "ağubozan bir hikâye", "ruh arıtacak bir ürperme" dediği bu bölümde Yâşur'un, annesiyle birlikte çıktığı uzun ve acılı yolculuğu okuruz. Yâşur bu yolculukta hem babasızlığıyla hem de yolculuk süresince erkek kılığına girerek "adamkadın"laşan, böylece onu anneliğinden mahrum eden Ecmel'e duyduğu öfkeyle boğuşacaktır. Sonunda yaşadığı maceralarla kendini sınayacak ve adını alacak, dinlediği mesellerle kapalı sol gözü açılacak, hakikati görecek ve bütün bunlar adına yarı yolda terk ettiği annesine katılarak baba yurduna gitmeye hak kazanacaktır. Yanlarında, ölümsüzlükle lanetlenmiş sülalelerine bir müjde gibi götürdükleri babasının cesedi de vardır. Atalarının günahıyla yüklü bu sülale, geçmişlerinin sisini dağıtamadıkları, yalanlarıyla yüzleşemedikleri için ölememeye yazgılıdır. Her ilkbahar aralarından bazıları ölümü aramak üzere yola çıkar ve geri dönmez. Yâşur'un babası da bunlardan biridir.
Her romanın anlatmak istediğini doğrudan ele veren cümleleri vardır. Altını çizip, "İşte, bu!" diyeceğiniz. Yere Düşen Dualar'da bu anlamda altı çizilecek pek çok cümle var. Ancak bunlardan biri, Yâşur'un rakibini yendikten sonra özdeşleşme hakkı kazandığı ata ruhunun söyledikleri, belki de romanın en can alıcı cümleleri:
"Bazen kendimize çıplak gözle bakınca kolayca göremeyeceğimiz bir denge kurarız. Tamamen rastlantı eseri gibi duran, ancak tümüyle iradî gelişen bu denge bizi derin gerçeklerden uzağa savurur. Algılarımız kayganlaşır. Herkes aynı göreceli oluşa saplı kalır. İşte bu karmaşadır oğlum. Kimileri için dünya bir kenardır. Tutkulu bir matematikçi için evren nasıl sayılardan ibaretse; denizde yaşayan Fenikeli, kayığından başka yerkabuğu bilmiyorsa; hayat da açıklanabildiğince parıltılı, açıklayamadığın kadar zifirî karanlıktır. Ve bu karanlıkta yalnızca inançlar vardır oğlum. İçine doğduğun daracık ömrü kabullenmen için..."
Yere Düşen Dualar da bize hayatın mutlak bir anlamı olmadığını ve onu tek bir kitap içinde açıklamaya kalkışmanın imkânsızlığını söylüyor. Binlerce kitap okuyup hepsini yakan ve evreni tek bir kitapla anlatmak arzusuyla tutuşan Useybia'nınki gibi bir cinnettir bu. Ama yapabileceğimiz bir şey var: Kendimizi anlamak. Bunun için de yola çıkmayı, ne kadar tekinsiz olursa olsun geçmişe bakmayı, sislerimizi dağıtmayı ve yalanlarımızla yüzleşmeyi göze almalıyız. Yalınlaşmak için yalansızlaşmak gerekir çünkü.
Romanın üzerinde durulması gereken bir yönü de dil işçiliği. Yere Düşen Dualar'da Sema Kaygusuz ne yaman bir "dil büyücüsü" olduğunu bir kez daha sergiliyor. Özellikle ikinci bölümde içeriğin dile nasıl taşınması gerektiğini, içerik ve dilin birbirini şekillendirme gücünü ustaca gösteriyor; binlerce yıllık anlatı geleneğinin tınısında kendi biçemini kusursuzca yaratıyor.
Yozlaşma Süreci...
Belirgin bir uygarlık zamanı içinden yazılmamasına rağmen Yere Düşen Dualar'da yaşadığımız çağa yönelik eleştiriler de var. Birinci bölümde, pastoral kaçışlar için adaya sığınan şehirli aydınların yol açtığı yozlaşma süreci sözgelimi... Adada yaşama psikolojisine sahip olmayan bu insanlar "görünme" içgüdüsünden kurtulamaz ve kendileriyle birlikte adayı da görünür kılarlar. Sermayenin ilgisini çeken ada, kısa sürede dinginliğini, kültürünü ve ekolojik dengesini yitireceği bir bozulma sürecine girer. Turizmin kültürü nasıl vahşice nesneleştirdiğini anlatan bu bölüm, Atay'ın "Tahta At"ından sonra okuduğum en etkileyici eleştiriydi. İkinci bölümde ise bir yandan sakatların ve ucubelerin ölümüne sergilendiği panayırda bir "dev göz"e dönüşen ve her defasında daha büyük lokmalar isteyen insanların, "doyuncaya, tıksırıncaya, iğreninceye, öldürünceye" kadar seyretmek iştihası; öte yandan ne olursa olsun "görünmek" arzusuyla aklını kaçıracak duruma gelmiş nesne-insanların yer aldığı şenlikler oldukça tanıdık geliyordu.
Bitirirken şunu belirtmeliyim ki bu son derece iyi kurgulanmış, işlenmiş, usta işi romanı böyle bir-iki sayfa içinde tanıtabilmek çok zor. Kısa bir inceleme yazısının içine sığdırılamayacak kadar zengin açılımları olan bir roman Yere Düşen Dualar. Romanın derin anlamını çözmek ve çok katmanlı yapısının ustalıklı kurgusunu göstermek ancak daha ayrıntılı bir incelemeyle olabilir. Yine de şu kadarını söylemeliyim ki Yere Düşen Dualar en müşkülpesent roman okurunu bile her yönüyle tatmin edecek bir kitap. Ve Kaygusuz'un "has" yazarlığına bir kanıt daha.