Açılış bölümünden, s. 9-17.
Fırtına.
Tipiyle birlikte giderek şiddetlenen poyraz bir süredir tekneyi zorlamaktayken motoru da stop edince kıyıya ulaşmasına az kala açık denize doğru sürüklenmeye başladı. On dokuz kişiydiler. Kaptan, yol ücretini toplayan genç ve on yedi yolcu. Şiddetle sallanan teknede dengelerini koruyabilmek için arada bir yaptıkları hareketler dışında gözleri boşluğa bakar halde yerlerinde oturan on yedi yolcu sonu olmayan bir yola girdiklerini sezmişçesine donakalmış ve sessiz. Geçmişteki kendileri şimdi onlara yabancı, yeni kimlikleri bu gecenin televizyon haberi ya da yarınki gazetelerin manşeti.
İçlerinden biri yaklaşan felaketi algılayabilecek halde değil, varlığının tümü bir süredir idrar kesesine odaklanmış halde. İşporta malı lacivert montunun yakasıyla sarmalanmış soluk yüzü arada bir kasılıp gevşiyor, ellerini dizlerinin arasına sıkıştırmış, bedeni hafifçe öne doğru eğilip doğruluyor. Yirmili yaşların başında, masum bakışlarının ardında acılı bir hikâye kendini anlatmak ister gibi. Bir şey olmalı diye umuyor için için, onu başkalarının önünde küçük düşmekten kurtaracak bir şey, ama hâlâ sürükleniliyor bir sona ulaşılamadan.
Şef garson kolundaki saate baktıktan sonra canı sıkkın bir halde kaşlarını kaldırıp kır saçlı, orta yaşlı garsona baktı:
"Yeni gelen çocuk hâlâ yok Osman."
Osman başını filozofça salladı:
"O çocuk habersiz kaybolacak birine benzemiyor şef, eğitimli, stajını iyi yerlerde yapmış, daha önce iyi bir yerde çalışmış, burdaki işinde de iyi, uzaktan geliyorsa tipiye takılmış olabilir."
Şef garson ikna olmamıştı:
"Telefonu yok mu?"
"Hayır, eline para geçtiğinde bir cep alacağını söylemişti."
"Neyse biraz bekleyelim. Gelmezse onun bakacağı masalara Hidayet'le ikiniz bakın... Nereli bu çocuk?"
Kır saçlı garson bu soruyu yadırgadığı belli bir ifadeyle karşılık verdi:
"Bilmiyorum. Fazla konuşan biri değil... Belki müdür biliyordur."
Şef garson yine kaşlarını kaldırdı:
"Neyse, bekleyip görelim... Neydi çocuğun adı?"
"Ulaş."
Lacivert montlu figür en arka sıradaki yerinden kalkıp kabin çıkışına doğru sendeleyerek ilerlerken yolculardan birkaçı gözlerinin ucuyla ona baktı, dönüşünün olamayacağını bilmenin yasıyla. Basamakları çıkıp kabin kapısını açtığında yüzüne çarpan tipinin saldırısıyla bir an geriledikten sonra kendini dışarı itti. Yüzünü döven kar tanelerinin acısıyla gözlerini kırpıştırarak dar güvertede tutunacak tek yer olan beyaz boyalı demir merdivenin trabzanını sımsıkı kavradı. Serbest kalan elini pantolonunun fermuarına götürmeye çalışırken midesinden bir anda yükseliveren kitle ağzına ulaşıp boşluğa fışkırdı, öğürmeden, sessizce. Aynı anda bacaklarından aşağıya inen sıcak ıslaklığı hissetti, mahcup bir ferahlamayla. Sonra karşısında kara bir duvar belirdi, kulağı sağır eden bir çatırtı ve ardından mutlak karanlık.
Kusmuğa bulanmış montu, çiş kokan paçalarıyla yolcuların arasına dönmesi gerekmeyecek, dalgalar her şeyi alıp götürecek, tertemiz.
"Saat on yedi sıralarında Üsküdar'dan kalkan yolcu motoru yakalandığı tipi sonucu Marmara'ya doğru sürüklenirken Kamboçya bandıralı bir şileple çarpışarak battı. Yolculardan kurtulan olup olmadığı henüz bilinmiyor. Hava muhalefeti nedeniyle arama kurtarma çalışmaları güçlükle sürdürülebiliyor..."
Kumanda aletine uzanan eliyle televizyon ekranını karartan yaşlı kadın odaya birden çöken sessizlikte başını koltuğun arkasına yaslayıp gözlerini kapadı.
Cahit!
Haberi yirmi birinci doğum gününe bir gün kala ailesinin Moda'daki evinde, üzerine vişne reçeli sürülmüş tereyağlı ekmek dilimini ısırmak üzereyken duymuştu, radyodaki hâkim sesli erkek spikerden. Sabah yedi sıralarında Haydarpaşa'dan kalkan yolcu motorunun yoğun sis nedeniyle yabancı bandıralı bir şileple çarpışıp battığını bildiriyordu. Yolculardan bazılarının cesedine ulaşılmış, kimlikleri tespit edilenlerin adları bir bir okunuyordu.
Onunki baştan üçüncüydü. Yarım asır öncesinin o sisli kış sabahında Haydarpaşa'da ne aradığı sorusu cevabı olmayan bir soru olarak kaldı, çevresinden kimseyi tanımıyordu, öğrenemedi.
Tipide Sarıyer sırtlarında yol almaya çalışan arabanın direksiyonundaki genç kadın endişeli gözlerle önünü görmeye çalışıyor. Üzerinde yakası kürklü siyah manto, saçı günün sarısı, burnu seri imalat ürünü de olsa kişilikli bir yüz. Telefonda bir erkek sesi: "Ner'desin?" Genç kadın gergin cevap veriyor: "Yan yola girmeme az kaldı Memo." "Allahın cezası tanıtıma katılman şart mıydı?" Kadın bu hırçın soruya karşılık vermiyor, cevabı sessiz: "Kes sesini!" Adam duymuyor kadının duyulmayan sesini: "Azra cevap ver, ner'desin?" Silecekler tipiyle baş edemiyor, telefon tekrar çalıyor. Koordinatların yitirildiği anın hemen ardından duyulan tok bir darbe sesi ve şangırtı. Genç kadın kendinden geçiyor, derininden gelen sessiz çığlıkla.
Şef garson canı sıkkın başını salladı.
"Şimdiden altı masa iptal oldu."
Kır saçlı garson başını salladı.
"Kar fena bastırdı, eve nasıl döneceğimi düşünmeye başladım."
"Senin yolun kolay, bu havada bizim yokuşa hiçbir vesait çıkmaz."
"Hanımefendi telefon, Ferit bey arıyor."
Kapalı gözlerini aralayıp emektar Seher'e baktı dalgın, karartılmış ekranın karşısında ne kadar zamandır oturmuş olduğunu
bilemeden. Kırk sekiz yıl önce o kış sabahı şehrin üzerine çöken yoğun sisin hayatında bıraktığı izi düşünürken bunu başka anılar izlemişti art arda. Seher'in sesi onu geçmişindeki gezintiden kopardığında, nerede olduğunu bilemez halde etrafına bakındı bir süre. Uzatılan telefonu kulağına götürürken hatırlayabildi randevularını.
"Ben de seni arayacaktım, dalıp gitmişim."
"Dışarıya bakmadım, ama tipinin şiddetlendiğini televizyonda duydum. Beşiktaş'a giden bir yolcu motoru batmış."
"Tabii canım, gelebilsen bile bir de dönüşü var..."
"Bir başka akşam gelirsin... Havanın müsait olduğu ilk fırsatta... Senin bir şeye canın sıkkın gibi."
"Buluşmamızın iptaliyle ilgili olduğunu sanmıyorum, bu başka bir şeyin sesi. Neyse, sen bana aldırma."
"Sana da iyi geceler."
Adı Aliye, başının arkasına topladığı gümüş rengi saçları, koyu kahve gözlerinin acılı derini ve altmış dokuz yıllık yaşanmışlığın kokusuyla ilk bakışta etkileyici bir abide. Abidenin görüntüsünün ardındaki dünya ise aslında bir muamma. Geçmişin silik ve kavruk genç kızının nasıl olup da böyle bir dönüşümden geçebildiğinin hikâyesi inişli çıkışlı bir serüven, anlatması uzun. Seher'in hazırladığı çorba ve salatanın ardından bir başka tekbaşınalık gecesine hazırlanıyor şimdi.
Kır saçlı adam pencerenin önünde donuk bir yüzle hızla savrulan kar tanelerine baktı, ama onları göremez halde. Öğleden sonra biyopsi raporu açıklandığında sonucu biliyor sayılırdı, önceki bulgulardan teşhisin ne olduğu zaten belliydi ama, dayanaksız bir umut kırıntısıyla nihai hükmünü bugüne saklamıştı. Melun hastalığın bu türünün şans tanımadığını biliyordu, üstelik çok geç fark edilmişti, kalan ömrünün yaşam kalitesini rahatlatacak önerileri dinlememişti bile. Hümeyra'ya ve çocuklara bir şey söylememişti. Onun doğasıydı bu, zorlukları yalnızlığında yaşamak.
Haberi duyduğunda Hümeyra'nın sergileyeceği hezeyanlara katlanamayacağını hissediyordu, teslim olmamalıydı, ama nasıl? Adı Hasan, ama çoğu kez holdinginin adı olan soyadıyla anılır, çünkü yarattığı imparatorlukla özdeştir. Onunla karşılaşan herkes bakışında ve duruşunda bir devin ezici ağırlığını hisseder, kulisindeki kimsesiz kırılganlığı göz ardı etmeye zorlanarak. Şu anda soyadını taşıyan gösterişli binanın on altıncı katının penceresinden bakarken, aşağıda hareket eden arabaların, otobüslerin yolcuları, yolda yürürken tipiyle savaşanlar, birkaç gün öncesine kadar kendisinin de ait olduğu bir başka dünyada kalmışlardı artık. Pencerenin önünden ayrılıp çalışma masasının sağ üst çekmecesini açtı, otuz sekizlik tabancasını çıkarıp masasının üzerine koydu, gözlerini ondan ayırmadan orada öylece durdu kaldı, hareketsiz.
Şef garson başını salladı, canı sıkkın.
"Son masa da iptal edildi, müdür kimse gelmese de on buçuktan önce kapatmayacağımızı söyledi, prestij meselesi dedi."
Garson Osman'ın bakışları dalıp gitti.
"Dokuz yüz seksen altıda da böyle olmuştu, yoksa seksen yedi miydi? Boğaz'daki lokantada komilik yaparken. Hepimiz geceyi orda geçirmiştik, ertesi gece de eve üç saatte gidebilmiştim."
Şef garson cevap vermedi, yardımcısının anılarından bıkmıştı, ama geçmişinden başka söyleyecek sözü olmadığını bildiğinden onun bu haline tahammül etmeyi öğrenmişti. Birkaç dakika sonra beklenmedik bir şey oldu ve restoranın girişinde iki kişi göründü. Üstü başı kara bulanmış spor kıyafetli genç bir çift. Genç garsonlardan biri şef garsona döndü.
"Bunların Azize'de ne işi var?"
Şef garson ona ters bir bakış gönderdi. "Senin burda ne işin var diye sorsam?" Genç garson bocaladı, şef garson tekrar sordu. "Ne kadar zamandır buradasın?"
"Bir hafta oldu efendim."
"Şunu iyi öğren delikanlı, burası her çeşit insanın kaynaştığı bir yer. Seçkini de gelir sıradanı da. Üstelik bu kuraklık günlerinde her yerde bulamadıkları şeyleri burada uygun fiyata bulabiliyorlar. Buranın bu kadar müşteri çekmesinin nedeni de bu. Senin işin de gelen kim olursa olsun aynı hizmeti vermek. Şimdi git ve siparişlerini sen al, isteklerini sor."
"Özür dilerim efendim, hemen gidiyorum."
Şehir merkezine doğru tipiyle boğuşarak yol almaya çalışan ambulansta Memo sedyeye yatırılmış Azra'nın sessizliğine bakıyor. Evin önünden yukarı meyil yapan yolun sona erdiği köşeyi dönüp istinat duvarına çarpmış cipi gördüğünde öyle delice haykırmıştı ki sitenin güvenlik görevlileri çılgınca bir şey yapabilir endişesiyle onu sımsıkı kavramışlardı. Şimdi başlangıcı ve sonu olmayan zamansızlıkta gözlerini Azra'nın ona her an duracakmış gibi gelen soluk alışlarından ayıramıyor. En yakın hastaneye götürülmesine karşı çıkmıştı, markalaşmış hastanelerden birine götürülmeliydi. Azra'nın durumuyla ilgili sorularını geçiştiren sağlık görevlilerine öfkeliydi.
Kar beyazı damlar, karanlık siyahı gece, Azra'nın siyah mantosu, Memo'nun ölü beyazı yüzü. Sürekli savaşan, ama muzafferi de mağlubu da olmayan siyahla beyazın savaşı. Birden duyulan fren sesi. Ambulans şoförü yolun kenarında yatan üzeri kısmen karla örtülü bir insan vücudu görmüş. Ambulans görevlileri telaşla oraya koşuyor, Memo iyice çileden çıkıyor. Adam ölmüş, belki de öldürülmüş ya da yaralıyken donmuş. Polis aranıyor, bilgi veriliyor, sonra tekrar yola koyuluyorlar. Memo homurdanıyor.
"Burada kritik bir hasta varken siz gidip yoldaki leşle vakit kaybettiniz."
Genç doktor dönüp ona aşağılarcasına bakıyor açıkça, Memo gözlerini kaçırıyor.
Pek çok insan için zor biridir Memo. Kimileri onun görünmez bir duvarla çevrili olduğunu düşünür, üzerine doğru yürünse hiçbir şeye çarpmadan geçip devam edilebilineceğini hissedemezler. Yüzündeki ifade insanları tedirgin edebilir, Madame Tousseau'nun müzesindeki ünlülerin balmumu kopyalarına bakıyormuşsunuz gibi; ama yine de o yakışıklı yüze kapılır giderler. Duygularının kendiyle başlayıp bittiğini, ancak onu çok yakından tanıyan az sayıda insan fark edebilir.
Aliye mantosunun kapişonunu başına geçirip arabadan indi, gözlerini kar tanelerinden eliyle korumaya çalışarak dalgaların şiddetle çarptığı kıyıya doğru yürümeye başladı, fazla yaklaşmadı. Rıhtımın nerde bittiği denizin nerde başladığı belirsizdi bu gece. Zaman zaman gemilerin hangi yönden geldiği anlaşılamayan düdükleri duyuluyordu. Dikkatle denize doğru baktı, kimse yoktu, gelmemişti. Kar tanelerinin soğuğu yüzünü acıtıyordu ama kararlıydı, direnebildiği kadar bekleyecekti. Bir ara uykuya dalar gibi hissetti, donmaktan korktu, bacaklarını hareket ettirdi. Sonra onu gördü, oradaydı, birkaç adım daha attı ve durdu. Dokunamazdı, dokunmak istediğinde eli boşlukla buluşacaktı, bunu öğrenmişti. Her zamanki gibiydi, hayatta iken onu son gördüğü haliyle. Kıvırcık siyah saçlar, esmer teniyle tezat yaratan koyu ela gözler, afacan çocuk bakışı. Kazanın olduğu günlerde giydiği bol pardösü ve koyu kırmızı kaşkolu şimdilerde demode, o yıllarda havalı. Bu gece onu zor görebiliyordu, kar taneleri karşısındaki görüntünün içinden savrularak geçerken.
"Bu gece denizde bir motor kazası oldu."
Aliye donakaldı, karşısındaki imge ilk kez konuşuyordu.
"Kazadan sağ kurtulan olabilir, onları bul... Benim için."
Aliye'nin yüzü gerildi, gözleri küçüldü.
"Sen benim için ne yapmıştın ki?"
Sonra omuzundaki çantadan yavaşça çıkardığı silahın namlusunu karşısındaki imgeye yöneltip ateşledi. O anda Cahit'in görüntüsü kayboldu, Aliye'nin karşısında şimdi sadece uçuşan kar taneleri. Bakışlarını az önce Cahit'in görüntüsünün bulunduğu yerden ayırmadan bir süre orada öylece durdu baktı. Sonra dönüp yavaş ve dikkatli adımlarla arabaya doğru yürümeye başladı. Ayak bileklerini aşan kara dalıp çıkarken arabaya ulaşmasına az kala dengesini kaybedip kendisini aniden kıç üstü karın içine gömülmüş buldu.
Hasan göz gözü görmez tipiye dalmış, direksiyonun başında yol almaya çalışıyor. Bazı tuhaflıklarına alışkın olan sekreterinin itirazlarına rağmen şoförü evine gönderip bir başına yola çıkmıştı, Hümeyra'nın o öğle sonrası bakımdan gelen cipinin direksiyonunda, nereye gideceği hakkında hiçbir fikri olmadan. Şoförlerden biri cipi eve götüreceğine yanlışlıkla şirkete getirince çileden çıkan Hümeyra onu hastanede biyopsi raporunu beklerken arayıp veryansın etmişti, hangi şartlarda olduğunu sormaksızın. Ne zaman sormuştu ki? Sonra da cipi eve yollatmayı unutmuştu işte, bunu düşünecek halde değildi. Tipide yol almaya çalışırken aklından ölmüşleri geçiyordu bir bir. Babası, annesi, genç yaşta hayata veda eden erkek kardeşi, hepsi aynı melun hastalıktan gitmişlerdi kısa aralarla. En yakın arkadaşı Ekrem de geçen yıl trafik kazasında. Gitmişlerdi ve geride kalanlar için hayat devam ediyordu. Ediyordu da gidenler ne kaçırmışlardı? Bu sorunun cevabının "hiçbir şey" olması şu andaki durumuna karşı bir aldatmaca mıydı? Hayat sadece yaşanırken varsa, erken ya da geç ölmekten söz etmenin anlamı neydi? Adını hiç duymadığı bir sapağa gelince arabayı oraya yöneltti.
Sapağın kendisini getirdiği kırık dökük yollarda yol almaya başladığında önce çocukluğundan bir anı geldi geçti, önemsiz. Ardından başka anılar, aslında onlar da önemsiz görünürde. Dedesinin köydeki bahçesinde dolap beygirinin karşısına geçip bıkmadan onu izlediği dakikalar, arıların yüzünü ve kolunu soktuğu gün acıdan çok korkudan ağlayışı, sıcak bir öğle sonrasında mastürbasyon yaparken annesinin odaya dalıvermesiyle yaşanan şok, denizle ilk karşılaştığı anın büyüsü. Sonraki yıllardan anılar. Akdeniz'de bir koyda herkes denizdeyken bir başına daldığı kızılçam ormanında geçirdiği süresiz sonsuzluğun zamanı, güneşin Nemrut Dağı'ndan doğduğu sabah çevresindeki insanların, tepelerin, heykellerin silinip görünmez olduğu dakikalar. Bir dağın zirvesinde, doğan güneşle bütünleştiği dakikalar. Kara kışın bu gecesinde yol alırken gelen anıların hepsi nedense geçmişin yaz günlerinden uğrayıp gidiyorlar, yüzünde görünüp kaybolan gülümsemeler eşliğinde. Bu anılar daha önce nerelere saklanmışlardı? Neden şimdi ona ulaşmışlardı ki?