Açılış Bölümü, s. 5-10
Kızarmış palamutun kokusu!
Köprüaltının kokusu bu biliyorum, ama orada ne zaman bulunmuş olduğumu hatırlayamıyorum, kızarmış palamutun tadına bakıp bakmadığımı da. On iki yıl önce geldiğimde olamaz, hepsi birkaç gündü zaten. Öyleyse, yarım ekmek içindeki kızarmış palamutun kokusu hangi geçmişimden kalma? Bir yandan birasını yudumlarken palamutlu ekmeğini hoyratça ısıran kara gözlü genç işçinin umursamaz bakışı bile arada bir gelip geçmişti gözlerimin önünden. Yüzyılların kitaplara sığdırılamaz öyküsünü taşıyan bu bakışın bir benzerine şimdilerde yaşadığım yerde rastlamak mümkün değil.
Altı ay kadar önceydi. Manhattan'da elli yedinci caddede elektronik aletler satan Çinli'nin dükkânından çıkarken bir an burnuma yaklaşıp kaybolan o koku sonradan sık sık bana şöyle bir uğrar olmuştu. Kokunun kızarmış palamut olduğunu tanıdıktan sonra gidivermişti, dönmemek üzere. Herkesin, ardından yalnızca Çinli diye söz ettiği halde, yüz yüzeyken adıyla hitap ettiği Wong, o gün kendisini ziyaret eden genç bir Çinli'yle konuşuyordu dükkâna girdiğimde. Onu ilk kez Çince konuşurken duyuyordum. Her zamanki Wong değildi, farklıydı, neredeyse başka biri. Farkı tanımlayamadım, ama bana çarpıcı gelen şey, bu iki varlığın, dükkânın her yanına tıkıştırılmış siyah ve gri renklerden oluşan metalik cangıl ile yarattığı karşıtlık oldu. Dünyanın yanlış yerindeydiler, orada, elli yedinci caddedeki dükkânda olmamalıydılar. Değerliler ve daha az değerlilerin yaşadığı bir dünyaydı burası, ait oldukları topraklardan kopup böyle bir dünyaya gelmemiş olmalıydılar.
Duyarsız bir kadın sesi, inişe geçtiğimizi bildirerek kemerlerimizin bağlı olup olmadığını kontrol etmemizi buyurdu. Karşımdaki ekran alana elli beş kilometre kaldığını gösteriyor. Sonra türbülans başladı, ellerim sarsıntıyı durdurmak istercesine koltuğun kollarını sıkıca kavradı. Erica Jong, türbülansa yakalanmış bir uçakta ateist yolcu olamayacağını yazmıştı. Bence o kadar da değil, ama hani bazen yine de... Türbülans başlayınca yanımdaki koltukta oturan Amerikalı genç adam bana dönüp sırıttı, ben de ona. Dediğine göre, kendisine egzotik görünen bir ülkeyi keşfe geliyordu, heyecanlıydı. Ülke ve insanı hakkında bir kitap vardı elinde, onu okuyarak gerekli hazırlığı yapmış olacağına inanıyordu, ama sorduğu soruların bazısı beni gülümsetecek kadar Yeni Dünyalı. Kendi türündekilerin yazdıklarını okuduğundan olsa gerek diye düşündüm, sonra kafam karıştı biraz. Ben hangi türden sayılırdım ki?
O gün Wong'un dükkânının bir köşesinde görünmez olup onları izleyebilmek, çıkardıkları seslerin düetini dinleyebilmek istemiştim, Çince'nin müzikal bir dil olduğunu daha önce nasıl fark etmemiş olduğumu düşünerek. Ama Wong başını çevirince beni fark etti, görmeye alıştığım maskemsi gülümsemesini anında takınarak. Sihir bozulmuştu. Wong'la siparişimi konuşurken dükkânın uzak bir köşesine çekilmiş olan ziyaretçisine gözüm takıldı bir ara. Genç Çinli benim gelişimle değişmemişti, İngilizce'yi yeterince anlamıyor ya da bilmiyor olmalı diye düşündüm nedense. Sonra onun tanımlanamaz güzelliğini fark ettim, kendini taşıyışındaki asaleti. Güzelliği hatlarından değil, bakışlarından yayılarak tüm varlığını sarıyor gibiydi. Başka dünyalarda geçen bir masaldan çıkma, farklı bir güzellik, derinlik yüklü. Yoksul ve sıradan biri olduğu belliydi, varisi olduğu zenginliğin farkında olmaksızın sıradan bir yaşam sürdüren. Sonradan onun Wong'un akrabası olduğunu öğrendim. Çin'den yakın zaman önce göç etmiş, zorlu maceralar sonunda. Yerinden koparılan çoğu güzellik gibi solmaya, kurumaya mahkûm.
Türbülans sona erdi, ekrana tekrar göz attım, alana on kilometre kalmış. Karnımda bir burulma, ürküntüyle karışık. Vaktiyle sınavlara girmeden önce yaşadığım, bildik bir şey bu, ama neden şimdi? Doğduğum, büyüdüğüm topraklara bu ilk gelişim değil ki? Yan koltuktaki genç Amerikalı keşke sussa, çünkü artık onu dinleyemiyorum. Bir kokuyu izleyerek yola çıktım bu kez, tanımlayamadığım bir misyonla. Yolun sonuna ulaşmak üzere olduğum şu anda, zihnimde bir başka yolcunun hikâyesine yer yok.
Yağmuru ancak tekerlekler yere değdiğinde fark edebildim, kurşun rengi hava ve pencereye vuran su tanecikleri beni rahatlattı o anda. Daha kolay saklanabilirmişim gibi, kimden, neden saklanmam gerektiğini bilemesem de. Gelmeden önce kendime güneşle yıkanmayı ısmarlamıştım, ama şimdi yağmuru, güneşli gökyüzünün meydan okuyan çıplaklığına yeğlediğimi fark ettim. Üstelik şemsiyem de var, bavulumdaki eşyaların en üstünde. Bugüne dek o kadar çok şemsiye kaybettim ki sayısını bilemiyorum. Kimbilir onları kimler kullanıyor şimdi, unutulan şemsiyelerin kayıp eşya bürolarına ulaştığına inanmıyorum.
Uçağı terk etmek üzere yerlerimizden kalktığımızda genç Amerikalı elini uzatıp kendini tanıttı. Şimdilerde bu tören başlangıçta değil, insanların artık birbirlerini tekrar göremeyeceklerini fark ettikleri anda yapılır oldu.
"Sizinle konuşmak zevkti... Willy... Willy Cameron!"
Konuşmalarımızın benim için de zevk olduğunu söyleyip kendi adımı mırıldandım. Yolculuğumuz sırasında Willy bana, insanların iş başvurusunda bulunurlarken kendileriyle ilgili verdiği bilgilerin çoğunu kuru bir demet yapıp sunmuştu. Şimdiki gençler bunun bir ilişki başlangıcı olabileceğine inanıyorlar, denemediğim için bilemiyorum. Willy otuz bir yaşında, mimar ve Kaliforniya'nın bağlarıyla ünlü Napa vadisinde büyümüş. San Francisco'da saygın bir mimarlık şirketinde çalışırken, iç dünyasında birden patlak veren ve yalnızca bir gün süren kasırganın ardından önce istifasını vermiş, ardından bir yıldır birlikte olduğu kadından hiçbir açıklamada bulunmadan ayrılmış ve farklı bir soluk bulacağına kendini inandırdığı bu ülkeye gelmek üzere yola çıkmış. Gelecekten söz ederken bana, hayatı geldikçe yaşamak istediğini söyledi, cilasından kurtulmak istiyor anlaşılan. Ben insanların böyle çılgınlıkları daha ileri yaşlarında denemeye kalktığını sanırdım, anlaşılan şimdilerde çıta aşağıya çekilmiş. Ona, kendisine göre egzotiğin ne anlama geldiğini sorduğumda, şartlandırıldığım dünyadan farklı bir yer cevabını verdi.
Willy, kızıla çalan kumral saçları, pırıltılı kahverengi gözleri ve genç Amerikalılara özgü pürüzsüz teniyle yakışıklı sayılır bence. Buna rağmen, onun kalabalık arasında kolay fark edilebilecek biri olduğunu sanmıyorum, tuhaf. Kararını bildirdiğinde, çevresindeki bazı insanlar onu bu tehlikeli maceradan alıkoyabilmek için Midnight Express filmini hatırlatıp durmuşlar, dinletememişler. Ben de bir ara onun, bir geceyarısı ekspresinde kurban edilme düşleri yaşayan kendine dönük yıkıcı biri olabileceğini düşünmüştüm, sonra bu varsayımımdan vazgeçtim. Neden vazgeçtiğimi bilmiyorum, sezgi diyebilirsiniz. Yolculuk ilerledikçe, onun da henüz koklamadığı bir kokunun izini sürmeye çalıştığını düşündüğüm bile oldu.
Dünyanın herhangi bir yerindeki hava terminalinden ne farkı var ki buranın? Pasaport polislerinin çoğu kara kaşlı kara gözlü, kimi sarışın, çakır gözlü. Önceki gelişimde kartal armalı pasaportumu uzatırken değerliler kategorisinden olduğum havalarına girmiş olduğumu hatırlayıp utandım, o anının üzerini küllemeye çalışarak. Kara kaşlı kara gözlü görevli pasaportumu sıradan bir iş yaparcasına damgaladıktan sonra başını kaldırıp bakmadı bile. Benden önceki yolcuya pasaportunu uzatırken gülümseyip kırık İngilizcesiyle hoşça bir laf etmişti. Birden küstüm kara kaşlı kara gözlüye ve o anda birilerinin beni karşılamaya gelmiş olmasını çok, ama çok istedim.
Karoselin kenarında asık bir yüzle bavulumun görünmesini beklerken, Willy yanımda belirdi.
"Köklerinize dönmenin mutluluğunu yaşıyor olmalısınız."
Klişe bir Amerikalı lafı, ama beni tedirgin etti. Ona zoraki bir gülümseme gönderdim ve karoselin çevresinde toplanan yolcuları seyrederek Willy'nin yanıbaşımdaki varlığını zihnimden göndermeye çalıştım. Etraf rengârenk bir kalabalık. Business Class'dan çıkma işadamlarından yerel giysili Afrikalılara, yavşak İngiliz kızlarından Japon turistlere değişen bir yelpaze. Eskiden burada böyleleri olmazdı, ne işleri vardı ki şimdi bu unutulmuş imparatorluk kalıntısında? En renksizleri ben olmalıyım diye düşündüm ardından. Cazibesine kapıldığı Yeni Dünya'nın ucuzlukta satılan vatandaşlığını seçmiş buraların eski yerlisi, elli üç yaşına ulaştığında bir balık kokusunun izini sürerek zaman okunu geri sarmaya çalışıyor. Bir Hollywood filmi görmüştüm yıllar önce, çocuk denecek yaşta olmama rağmen beni etkilemişti. Bir gemi dolusu insan, yaşamla ölüm arasındaki denizde ne yaşama dönebiliyor ne de ölüme ulaşabiliyorlardı. Son otuz yılımı o gemide geçirmiş olduğumu yakın zamanlarda fark edebildim, yazık.
En iyi cinsinden siyah Samsonite bavulum sondan ikinci oldu, ardında Uzak Doğulu bir çiftin bavullarını bırakarak. Willy daha karosel dönmeye başladığında bavuluna kavuşup uzaklaşırken içime kimsesizlik çöküvermişti. Öylesine ki terminal çıkışına yaklaştığımda, gelenlerini bekleyenlerin arasında bildik bir yüz aradı gözlerim. Sonra hepsi art arda canlandı gözümün önünde. Tahin-pekmez, lahana turşusu, pastırma, kuru fasulye-pilav, çam fıstığı, yaprak sarma, sucuk, kaymaklı kadayıf ve tabii lakerda. Kolesterolümü geldiğim yerde bıraktım, şimdi uzaklarda. Taksi şoförü temiz yüzlü genç biriydi, Willy'nin yaşlarında.
"Yolculuk nereden?"
"Amerika'dan."
"Çok kaldınız mı?"
"Öyle sayılır."
Ona doğru cevabı veremedim. Neden bilmem, burada yaşadığıma inanmasını istiyordum. O devam etti:
"Sahilden gitsek olur mu? E5 bu saatte biraz yoğun olur da!"
E5'in ne olduğunu merak ettim ama soramadım.
"Tabii. Yağmur uzun süredir mi yağıyor?"
"Geceden beri. Bazı yerleri su basmış. Malum, çarpık yapılaşma."
"Çok doğru."
Son sözü konuşmanın devam etmesini arzu etmediğimi belli eder bir tonda söylemiştim, sessizlik başladı. Sahil yolu bu kadar yüklüyse E5 denilen yol nasıldır diye düşünürken o sanki bunu sezdi.
"Yağmur yağınca hep böyle olur. Nedenini bugüne kadar bilen çıkmadı."
Yine sessizlik.
"Gevezelik ettim galiba, kusura bakmayın."
"Hayır, hayır... Uzun uçak yolculukları beni biraz yorar da."
Sonra birden sahilden içeriye doğru saptık, biraz yol alınca solda Aksaray Camii'ni fark ettim. Onun dışında her şey farklı, yabancı, trafik hareket etmez gibi. Ben kilitli, trafik kilitli, dayanamadım. Bu kez lafı ben açtım.
"Otele varmak zaman alacak galiba."
"Evet, tabii bir de cuma akşamı faktörü var... Çoğu kimse hafta sonu bir yerlere kaçıyor... Eh mayıstayız, artık yaz geldi sayılır."
Anlayışlı bir yüzle başımı sallayıp sustum, herkesin nerelere kaçtığını merak ettiğim halde. Haliç, Unkapanı, sonra yine kayboldum bir viyadüğe geldiğimizde. Her dönüşümüzde bir öncekinden başka bir dünya, farklı kültürlere ait kentlerin birinden diğerine hızla geçercesine bir çeşni. Sayısız renk ve şekillerin insanı sersemleten hareketliliği, algılama sınırlarını meydan okurcasına zorluyor. Burada yaşayanların her fırsatta kaçıp uzaklaşmak istemelerine şaşmamalı. Beklemediğim bir anda sağda Perapalas göründü, Willy orada kalıyor, eskiden de limon küfü renginde miydi, hatırlayamadım. Sonra geniş bir caddedeyiz, ben yine kayıp. O tekrar konuştu:
"Meraki olduğumu sanmayın ama hiç buralı gibi değilsiniz?"
Hayretle sordum, olan olmuştu artık, keşfedilmiştim:
"Dışarıda yaşıyorum. Bunu... bunu nasıl anladınız?"
"Bu şehirde yaşayan herkes her an her aklına geleni konuşur da... Yani benim gibidirler."
Taksim Meydanı'na bakan otelin kapısında arabadan inerken dayanamayıp sordum:
"Burada yaşayanlar neden her an her aklına geleni konuşur?"
Keyifli bir bakış gönderdi, sonunda beni havaya sokmuş olmasının zaferiyle.
"İçimizdeki gazı çıkartmak için. Bunu yapmazsak hepimiz plastik bomba gibi patlarız."
O anda bir patlama sesiyle sersemledim...