Akşit Göktürk, "Sunuş", s. 5-8
Gece belirli bir gerçekliğin, tek tanımla saptanabilecek bir insanlık durumunun dile getirildiği bir anlatı değil. Belli bir öykü, kişilikler, ya da nedensellik ilkesiyle işleyen bir olay örgüsü sunmuyor bize. Bunlara yönelik türden bir okur beklentisine karşı direniyor nerdeyse. Karşıtlık ile olumsuzluk, Gece'nin söyleminde baştan sona en belirgin iki nitelik. Neye karşıtlık? Günümüz yaşamının çekilmez akışı içinde, kurtulunmaz bir insan yazgısının olumsuzlanması mı söz konusu? Hayır. Buradaki karşıtlık ile olumsuzluk, Gece'nin yazın alanındaki geleneksel ölçütler ya da alışkanlıklarla bağdaştırılamaz özelliğinden doğan bir durum.
Yazınsal söylem düzeyinde olduğu gibi, yaşamın bütünüyle ilgili deneylerimizin de sarsılması, silkelenmesi, çarpıtılması söz konusu bu metinde: zaman ile uzay boyutlarının alışılmadık biçimde kullanılması yol açıyor buna en başta. Geleneksel yazı, yazar, anlatı, anlatıcı, kişilik, öykü kavramları da bir bir değişikliğe uğratılıyor Gece'nin söylem serüveninde. Gerçekte hem öznel hem de nesnel düzlemde, yazarın da, dilin de, konu edinilen yaşam gerecinin de nesnel varlık sınırlarını yitirmesine tanık oluyoruz. Başı, sonu, kuytuları, ucu bucağı duyularla saptanamayan, ama tükenmez bir gücüllüğü bütün ağırlığıyla taşıyan karanlık gece, ilkin bu anlamda ana simgesi oluyor anlatının.
Belli bir anlamla sınırlandırılmak istendiği an, hep yeni yönlere, bambaşka doğrultulara kaçıyor Gece. Anlatının konusu olan yaşam görüntüleri de, anlatıcılar da, onlarla özdeşleşen yazar da, dil de dalgalanmalardan geçiyor, dış çizgiler, sınırlar sürekli çarpılıyor: "Hangi ayna kendimizi gösterecektir bize? Sürekli bir yürüyüş içinde gibiyiz, bir lunaparkın eciş bücüş görüntü veren aynaları gibi." (51)(*)
Bu karmaşık varoluş bağlamında Gece, özdeşliğin dil ile aranışı, dil ile kurulması çabasıdır bir yönüyle. Bir yazma ediminin, zamandizinsel değil, uzaysal bir düzende irdelenişi. "Yazar"ın, "yaratman"ın, "düzeltmen"in (9), yaratı ile, "anlatıcı" ile sürekli yer değiştirmesi, birbirinin etkinlik alanına taşması, birbiriyle örtüşmesi, birbirinin bireyselliğini kırıp ortadan kaldırması, söylemin dalgalanmasında başlıca etken. (9, 10, 22, 32, 43) Kim anlatıyor? Dört ana bölümde başka başka kişilermiş izlenimini uyandıran dört ayrı anlatıcı mı? Yoksa, söylem serüveninin nerdeyse bir güncesini bize dipnotlarıyla aktaran, baştaki yazar mı? Anlatıcılardan biri mi yazar? Ya son iki dipnotunda kendini belli eden okur-anlatıcı, daha doğrusu yazar-okur-anlatıcı? (97, 105) Yazma uğraşı, iki ucuyla, hem göndericisi olan yazar, hem de alıcısı olan okur ile, bir aynalar ortamında akıyor böylece — daha doğrusu akıyormuş gibi gösteriliyor. Gece metninin güdüm kurgusundaki devingen bağıntı da bu. Anlatının gereci olan yaşam ile, onun yazınsal yorumu arasındaki ilişki, çizgisel bir yalın yapıdan çok uzak. Değişik anlatıcıların, birbiriyle karşıtlaşabilen gözlemleriyle, gerçek yaşamın, sanat biçiminde soyutlanmış yaşamın, anlatılan, yazılan, okunan yaşamın, anlamını değişik yorumlar sarmalında kavratmaya yöneliyor metin.
Gece'de anlatılan tek tek, bölük pörçük durumların konumların, gerçek yaşamla somut ilişkisi, sürekli seziliyor satır aralarında. Okurun yakın geçmişte tanığı olduğu birçok toplumsal, tarihsel, kültürel deneyden yankılar var metinde sözgelişi. Alışılmış tarihsel mantığın işleyişi bile sorguya çekiliyor. (38) Ama bütün bu gerçek durumlardan soyut bir çıkarım olan yaşantı, insan umutlarıyla korkularının bütünleyici imgeleriyle dile getiriliyor. Kendini bütün okumuşların gölgesi durumuna getirdiğini (41), onların art benliği olduğunu (42) söyleyen bir yazar-anlatıcının "inandırıcılık eşiklerini" (46) aşarak, çok yönlü bir bilincin akışında ürettiği bu imgeler, gerçek yaşama kolay kolay uygulanamaz. Soyutlamanın bu aşamasında bunlar, yaşamın bilinen deneysel gerçekliği ötesinde, kurmaca, metindeki deyimiyle yapıntı bir nitelik gösterirler. Ama bu nitelik, etkilerini azaltmak şöyle dursun, tersine daha da yüceltir. Bir görelilikler, yansımalar, dalgalanan görüntüler bağlamında, yaşamın gündelik yorumundaki belirsizliği, yapıntı doldurur. Ancak, "bu yapıntıyı gerçek belleyerek bugünkü düşüncemizi o yapıntıyı gerçekleştirmek yolunda kullanmak, düşünülmeyecek, yanlış bir iş değil," (38) yargısı da çelişik bir biçimde, bir yanılsamanın, yeni bir yapıntının dile gelişi olabilir. Peki, "Bu iş nereye dek sürer? Herhalde yalnız kalıncaya dek. Bütün aynalarda kendinizi görünceye dek, herkesin gözü sizin aynanız oluncaya dek... Daha doğrusu, önlerinde durmasanız da aynaların hepsi sizi gösterinceye dek; gönüllerinde olmasanız bile insanların gözleri sizden duydukları korkuyu yansıtmaktan başka bir işe yaramaz oluncaya dek..." (105) Gecede varoluşun sonuna akan süreçtir bu.
Gece'de bu tür belli belirsiz bir son beklentisi, Beckett metinlerini andırırcasına, hem bir gereklilik hem de çelişki niteliğini koruyor. Yazar, anlatıcılar, metnin eylemi, güdüm kurgusu, dipnotlarında irdelenerek gelişen yazma serüveni, söylemin bütünü, bir sona yönelik. En azından metnin nesnel varlığının sınırları açısından böyle bu. Ama son kaçınılmaz olmakla birlikte, anlamayı umabileceğimiz bir şey midir? Metnin başında, gecenin karanlığında "yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey" (1) olan dil, değişik bilinç katmanlarında işleyerek (5), büründüğü söylem biçiminde nereden nereye getirmiştir bizleri? Yazarı, okuru, hepimizi? Hele başlangıçta "herkesten gizlenen bir şey olmalı. Ama her gizleneni bilen birileri de olmalı. O da, şu anda, benim," (47) diyen anlatıcıyı, nereye ulaştırmıştır?
Anlatıdaki "ben"in, özdeşliğini zamanda, uzayda, anıda, yaşamda, yazıda bulma çabası, en sonunda gelmiş, arayanın kendi yapıntısına, belki de yanılsamasına takılmıştır. Varoluşsal yazgıdır bu belki. Başlangıçta duvarlara yazılan "Gece Gelecek" (14) sözcesiyle dile gelen son beklentisi, gerçekleşir gibi olur: "Ancak, gece, ine dönüştür; ılık sularda yüzüş, yalanlardan pek çoğunun gerisine, öncesine dönüştür. Kendisi de bir yalana dayansa bile." (90)
Öyleyse, bir özdeşlik arayışının aracı olan söylem, gene gecede sürecektir. Öncesi sonrası karanlık, ölümü, korkuyu, gizemi, yaratıcılığı, düşgücünün en çılgın sanrılarını, dilin gündelik sınırlar ötesindeki bulgularını, karanlık anlamlarını, belirsizliklerini içeren gecede. Alışkanlıkların, tanıdık bildik durumların, geleneğin, uzlaşımın simgesel ortamı olan gündüz, bu niteliğiyle geceye, gizemli yaratıcılığın simgesel ortamına karşıttır. (18, 19, 20) Gerçekte, gündüzün geceyi hep kovması kovalaması gibi, gündelik alışkanlığın baş işlevi de, yeniyi, yabancıyı, düşseli, yapıntıyı yaşamdan kovmaktır. Bizim alışkanlıklarımızın, yerleşik algı düzenimizin, rahatlığımızın bu yönüne direniyor işte Gece. Yer yer, salt anlatma işlevinden soyutlanmış sözceleriyle, bir düş düzeninde örülü görünüşte dağınık söylemiyle, temel gereksinmelerimizi, yerleşik beklentilerimizi, bu noktada altüst ediyor, bocalatıyor. Çizgisel akışlı bir öyküyü, her an göklere çıkarmaya hazır kolaycı okur beğenisine ters düşüp kovulmayı göze alarak.
Çetin metin denecek Gece için belki. Neden olmasın? Hele önce bir okuyalım.
(*) Ayraç içindeki sayılar, metnin 1'den 110'a dek sayıyla belirlenmiş altbölümlerine göndermedir. Yukarı