Kürşad Oğuz, “Başbakan’a ve Baykal’a da tavsiye edilir”, Radikal Kitap Eki, 26 Mart 2010
Başbakan’ın yerinde olsam Engin Geçtan’ı danışman tayin ederdim. Kabul eder mi, nasıl ikna edilir, bilemem. Veya seçim öncesi kömür, beyaz eşya vs. yardımı yapılabiliyorsa hiç olmazsa ‘Her eve bir Zamane’ kampanyası da düzenlenebilir. Ülkenin yaşadığı bu kaotik ortamın Ergenekon davası, darbe planları, yasama-yürütme-yargı çatışması, açılımlar vb. türlü muammayı içine alacak şekilde aklı başında ve tarihsel temellere dayandırılarak açıklanması, her gün ‘batıyoruz’ diye feryad edenlerin yüreklerine su serpilmesi en kolay böyle sağlanabilir. Bu konuda hükümetin çok ihtiyaç duyduğu doğallaştırma ve normalleştirmenin propagandası en güzel Geçtan’ın yaklaşımıyla yapılır. O, özetle, nasıl insan hayatında inişler, çıkışlar, patlamalar yaşanıyorsa toplum için de aynı süreçlerin geçerli olduğunu, bunun olmamasının endişe vermesi gerektiğini söylüyor ve şu an ülkenin durumunu anlatan en güzel cümleyi sarfediyor: ‘Yönetilen ülkeden neredeyse bağımsız, kendi kendini ileriye taşıyan bir başka ülke de var gibi.’
Geçtan, ülkenin en ünlü psikiyatrlarından, rivayete göre terapi için başvuranların kapısında birkaç sene beklediği, bugüne kadar ‘divan’ından binlerce kişinin –çoğu kalburüstü– geçtiği, üstelik bu işi 50 küsur yıldır yaptığı için yakın tarihin çok önemli gelişmelerini de dikkate alarak terapilerini yürüten, yazdığı altı romanda ve ona yakın bilimsel çalışmada edebi bir yetkinliğe de kavuşan, buna karşın bilgece sessizliğini korumayı başaran bir isim.
Zamane, onun yeni kitabı, bir anı-deneme çalışması denebilir. Kitapta, mesleki deneyimlerinden ve hayatından yola çıkarak bugünü ve bugün yaşananların sebeplerini anlamlandırmaya çalışıyor Geçtan. Kişisel ve mesleki tecrübeleri hem ülkenin son 60 yılını bizzat içerdiği hem olgulara ve insanlara bir psikiyatr profesyonelliğiyle bakabildiği için anlattıkları hiç de göz ardı edilemeyecek tespitlere dönüşüyor.
Onu bu kitabı tamamlamaya iten, 10 yaşındaki bir çocuktan sokakta annesine söylerken duyduğu ‘Türkiye adaletli bir yer değil’ cümlesi olmuş. Bugün, pek çok çocuğun farkında olmadan ebeveyninin duygusal yükünü çektiğini ve geleceğin ‘yaşlı gençleri’ olmaya aday olduklarını düşünüyor. Oysa II. Dünya Savaşı yıllarına denk düşen kendi çocukluğunda ‘dünyanın yükü’ onlardan uzakmış ve o çocuğun yaşında biri böyle bir görüşü dile getiremezmiş. Kendisi itiraz edebilir ama zaten bu kitabın altmetninde bence bu yükü çocukların üzerinden alma ve onlara itibarlarını iade etme duygusu var. Geçtan, kendi danışanlarından da yola çıkarak ‘yanlış çocuklukların’ ilerde nelere yol açtığını, bugün cinnet, cinayet, tecavüz, çete vs. haberlerinin kahramanlarının en temeldeki sıkıntılarını bilimden uzaklaşmadan anlaşılır bir dille aktarıyor. Zaten bu kitabı öncelikle anne babalara şiddetle tavsiye ederim. Sadece çocuklarına daha düzgün davranmalarının önemini değil, kendi hayatlarındaki tuzakları da görmeleri için.
Aynı kalmanın güvenilirliği
Konumuza dönelim. Şu günlerde kimin kafasında yok ki o soru: Bize neler oluyor? Geçtan’a göre bu soruya kimse tam bir cevap bulamaz çünkü ‘yaşanan karmaşık olguların bazı yönlerini bilenlerin, diğer yönlerini bilmeleri ya da anlamaları mümkün değil.’ Ergenekon davası sürecinden daha güzel karmaşık bir olgu olamaz. Geçtan böyle isimler vermiyor belki ama bu son derece politik süreci hiç kaçamak yapmadan, yanlış anlaşılmaktan korkmadan, insan ve toplumun zaaflarını da dikkate alarak değerlendirmeyi beceriyor. Geçtan, insanın yaşamöyküsü gibi insanlık tarihinin de durağanlıkları ve sıçramalarıyla kesintisiz bir süreç olduğunu düşünüyor. Aydınların yüzünü Batı’ya çevirmesinin ve ulus-devlet kavramının kıpırtılarının 19. yüzyıl sonlarında zaten belirmeye başlamasının sonucunda Cumhuriyet ve İnkılâpların doğuşu gibi. Tanık olduğumuz olaylara bakarsak şu günlerde de bir sıçrama yaşanmakta. Bazen, görünürde yapıcı ya da yıkıcı olan sıçramaların, sonradan görünürün tam karşıtı bazı etkileri ortaya çıkabiliyor.
Peki bizim derdimiz ne? Geçtan’a göre ‘neler oluyor bize’ feryatlarının kaynağında üst-sistemler gibi bireylerin de kestirilemezliğe tahammül edememeleri ve hayatlarını belirli formatlara sokarak, kendilerine yabancılaşma pahasına da olsa aynılığın güvenliğini aramaya çabalamaları yatıyor. Bir röportajında da belirttiği gibi, kendisi böyle korunaklı düşünmüyor, geçmişi özlemle anmıyor, olmakta olanlara sürecin şimdiki aşaması olarak bakıyor: ‘Benim kuşağımla o yüzden anlaşamıyoruz zaten. Onlar uyuklayan Türkiye’yi tercih ediyor, bugün kötüye gittiğini düşünüyor. Çılgın Türkiye’yi ben kabulleniyorum.’ Geçmişin, yeniyi anlamamızı engellediğini düşünüyor Geçtan. Bugüne baktığımızda söyledikleri çok anlamlı geliyor ve bu kitabı şimdi de yaşamlarını anlamlandırmaya çalışırken yanlış yollara sapanlara tavsiye ediyorum. Çok faydalanacaklar.
Zamane, doğal olarak aynı zamanda bir psikoloji ve psikoloji tarihi kitabı. Bir köylünün köyünde çay yudumlarken aldığı keyifle sizin şehirde bir arkadaşınızla ‘performans ağırlıklı’ buluşmalarınızda içtiğiniz kahve arasındaki farkı; coğrafyasız yaşamanın defolarını; başkalarının olmadan önce kendimizin olmanın önemini; ‘infantil omnipotens’ın yol açtığı ‘yetişkin omnipotens’ı ve zararlarını; çocuk yalnızlığını; insanın kendi içindeki kargaşanın dış dünyadaki kargaşadan daha ürkütücü olduğu gerçeğini; kastrasyon korkusunu; Özallı yılların yarattığı sorunları; Angela Merkel’in internette de yayımlanan göğüs dekolteli fotoğrafının neden dünyada en çok tıklanan fotoğraf olduğunu; varoluş suçluluğunu, şu an burada sıralanınca merak edenlere de tavsiye ediyorum bu kitabı. Bugüne kadar psikolojiyle o ya da bu şekilde ilgilenmiş olanlara, terapi görmüş veya görmeyi düşünenlere de.
Geçtan ‘Bizim çocukluğumuzda psikolojik sorun diye bir şey yoktu’ demeyi de bilen biri olduğu için, işini yüceltmeden anlatıyor anlatacaklarını. Üstelik bu kitabın, Irvin Yalom’un Divan’ıyla Oliver Sacks’ın Karısını Şapka Sanan Adam’ı arasında durmaktan kaynaklanan bir ferahlığı da var. Geçtan, ara sıra danışanlarından verdiği örneklerle ne demek istediğini daha iyi anlatıyor. 80’lerde ‘İşkence gördüğümden bu yana diğer insanlara karşı duyarlılığım köreldi’ 90’larda ‘Benim için iki seçenek var: Sinema yapmak ya da gerilla olmak... Ama arkadaşlarım dağlarda ölüyorlar’ diye gelen ya da 2000’lerde terapi odasındaki koltukların yeri değiştiği için ‘güvenliğinin sarsıldığını hisseden’ yüksek bürokrat örneklerinde olduğu gibi. Ne de olsa, ‘Yaşamla bütünleşmemiş bilgi bilgi değildir.’
Kitabı başta ana olmak üzere muhalefet liderlerine de tavsiye ediyorum. Psikolojinin tarihsel evrimini anlatırken bir dönüşümden söz ediyor yazar. II. Dünya Savaşı öncesinde psikoloji insanı temel alan bir bilimken savaştan sonra sadece insanların değil, toplumların da hasta olabileceği ortaya çıktı ve sosyal değişimlerin insan üzerindeki etkileri bu bilimin ilgi alanına girmeye başladı. Geçtan, 60’larda Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat’ın daveti üzerine Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gittiğini, küçük bir odada genç bir doçentin kendilerine ‘sosyal değişme’ olgusunu anlattığını söylüyor. Konu o kadar açık ve aydınlatıcı bir şekilde anlatılmış ki, ‘makaleler okusam bu kadar iyi öğrenemezdim’ diyor Geçtan. O gün sosyal değişmeyi mükemmel bir şekilde anlatan doçent Deniz Baykal’mış ama bugün, o gün anlattıklarını unutmuş görünüyor ana muhalefet lideri. Diğer liderlerse ‘Kendini yönetebilmek, başka bir şeyi yönetmek kadar kolay olmuyor’, ‘Bu dünyaya verilen zararların yarısı kendini önemli hissetmek isteyen insanların eseridir’ gibi aforizmaları başka yerde bulamazlar, en azından bunun için okusunlar bu kitabı.
Olsun. Zamane, insanı, sizi, toplumu, Türkiye’yi anlatan çok önemli bir kitap. Amin Maalouf’un Çivisi Çıkmış Dünya’sı gibi altı çizilerek okunacak kitaplardan. Zaten aralarında bir tarz-yaklaşım benzerliği var. İki kitap da okunduktan sonra etrafa şüpheyle bakmanıza yol açıyor.
Sizi tavsiye etmediğimiz kim kaldı Engin bey? Ama lütfen bundan sonraki kitabınızın sonuna ‘hoşçakalın’ gibi manidar kelimeler koymayın. Güle güle demek hiç içimden gelmiyor.