Mahmut Temizyürek, "Acı anlatılabilir mi?", Radikal Kitap Eki, 14 Mart 2008
Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili adını verdiği altıncı kitabında, edebiyatın aşağılanma duygularıyla ilişkisini sorguluyor. Hor görülme, alay edilme, gurur, incinme, acı çekme gibi duyguların klişelerden kurtulup edebiyatta nasıl biçimlendiğini, bu duyguları kendinde bulan yazarların edebiyatı nasıl biçimlediğini tartışıyor. Gürbilek'in asıl kahramanları Oğuz Atay, Dostoyevski, Cemil Meriç ve Yusuf Atılgan; ama konunun daha birçok yazarı kuşatan geniş bir referansı var. Yazma sürecinde yazarın yaşadığı bu duyguları anlatmak için başvurduğu edebi yollara ve bu yolda oluşan dile yoğunlaşan Gürbilek'in tartışmaları, önceden olduğu gibi, çoğunlukla edebi metnin yapıçözümü niteliğinde. Dışlanmış, horlanmış insan olarak yazar ile bu duyguları en az bir kez olsun yaşamamız için sahneler kuran hayat arasında duran edebi metin, yazarda ne gibi sorunlarla boğuşup hallolarak bize kadar geliyor. Bu kez, çalışmasını, yazarın aklına ve kalbine kuruyor Gürbilek. Bu kez oldukça çetin bir konuyu, yarası herkeste her zaman açık, kırılganlığı hep derinde kalmış bir konuyu ele alıyor. Konuyu söylene söylene taşlaşmış kavramlar cenderesinden kurtarıp hepimizin dünyasına sızan apaçık halleriyle yazıya taşıyor. Kavramların bazen yaşantıların sarsıcı içeriğine ulaşmamıza engel olan özelliklerini bertaraf ederek yazıldığı için önemliyse edebiyat, bu edebiyat üzerine böylesi bir çalışma da o denli hassas bir önem kazanıyor. Özellikle bu bir ilk çalışmaysa.
Bir kez daha edebi bir yenilenme duygusu getiriyor Gürbilek. Bu ne demek ve Gürbilek bunu nasıl yapıyor?
Yazar, bu edebi yenilenme duygusunu önceki yapıtlarıyla da, farklı temalar, konular, kavramlar üzerinden yaşatmıştı okura. Bu sözün kanıta ihtiyacı varsa, Gürbilek'in yazı serüvenini kısaca anımsatmak gerekecek.
İlk kitabı, 80'ler Türkiye'sinin kültürel iklimini irdeleyen Vitrinde Yaşamak'ta 12 Eylül sonrası devlet baskısı ile at başı giden ve her şeyi içeren piyasa; korkunç bir iç savaş ile medyaya çöken konformizm; söz patlaması ile içselleşmiş sansür; ötekine karşı az çok özenli geleneksel değerlerle hırsın, hıncın ve benmerkezci bir iştahın yarattığı yıkım; vitrinlerin göz kamaştıran ışıltısıyla yoksulluğun yüzündeki solgunluk; Paşabahçe cam süsleriyle, o süsleri üreten işçilerin nefesinden damlayan kan; bu kanlı cam eşyaların antikacılarda pahalı bir nesneye dönüşebilmesi, Gürbilek'in gösterdiği kültürel panoramanın yalnızca bazı görüngüleriydi. Gürbilek, yazının öteden beri koparılmış olan toplumsal işlevinin yeniden nasıl kurulacağını düşünürken kendi yazı yolunun kedi gözlerini de belirlemiş oldu. Peki, bu kaygıları gözeten birçok yazardan Gürbilek'i farklı kılan neydi?
İlk kitabında betimlediği dayatılmış kültürel ortama, daha önce yapılmış çalışmalara da dikkatle eğilen ama hiç bu denli farklı ve kapsamlı denenmemiş bir yazı yolunu deneyerek yanıt verdi Gürbilek: Edebiyat ve hayat bağını yeniden kurmayı deneyimleyerek. Seçtiği yazarların metinlerine belli kavramları sınayarak eğildi. O yapıtlarda henüz okunmamış, metinlerdeki yaşantılarla kimi yaşamsal kavramların henüz irdelenmemiş özelliklerini buluşturup yüzleştirdi. Gördü ki, Yer Değiştiren Gölge gibiydi metindeki gerçekle hayat algımızın ilişkisi. Türk edebiyatının henüz pek okunmamış metinleriydi yakından baktıkları. Tanpınar'dı, Atay'dı, Atılgan'dı, Karasu'ydu.
Ardından yayımladığı Ev Ödevi'nde bu kez ev içlerine, çocukluğun ve büyümemizin sıkıntılı ama yoğun sürecine baktı Gürbilek. Bireysel 'iç' ile toplumsal 'dış' arasındaki bağa yöneltti dikkatini. Evin sığınak oluşu ile tuzak oluşu, dışarının çağrısıyla içerinin sıkıntısı arasındaki gerilime yoğunlaştı. Oğuz Atay, Latife Tekin, Tezer Özlü, Bilge Karasu metinleri, bu cesur denemelerin neşeli sorgulama alanları oldu.
Gürbilek bu çalışmalarıyla, yeni bir uyanışın bakış yollarını, bu uyanışın zihinsel ve dilsel olanaklarını da denemekteydi. Ama dışarıda kar yağarken içerde bahar olmayacağını da biliyordu. Sokakta akan yaşantıyı görüp duyumsamadıkça edebiyatın ya da toplumsal kurguların nerde nasıl kırıldığını, hangi duvara nasıl bir şiddetle çarptığını asla bilemeyecekti kişi. Vitrinde Yaşamak'ta başlattığı popüler kültür sorgulamasını bu kez şarkılara, her yerde görülen fotoğraflara, üçüncü sayfa haberlerine yöneltti Gürbilek. Söz konusu malzemelerin irdelenmesiyle oluştu Kötü Çocuk Türk. 'Türklük' ile 'kötülük' kavramlarının kesişme noktalarında yoğunlaştı.
Hepimizin bildiği duygular
Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark ile edebiyatın okundukça çoğalan yüzüne yeniden döndü. 'Modern edebiyatımızın aynası neden kör, Şark neden kayıp' sorusunu yanıtlıyordu bu kez. Edebi metin kadar onu yaratan yazarın öznel algılarını önemsedi. Söz gelimi 'endişe' kavramının yazar için ne ifade ettiğini, yazısında bu kavramın bazen yazara da direnerek metinde kendine nasıl bir yaşantı bulduğunu tartıştı. Hemen herkeste var olan, 'anlatma' sırasında yaşanan huzursuzluktu bu kez konusu. A. H. Tanpınar'dan Leyla Erbil'e, Peyami Safa'dan Vüs'at O. Bener'e birçok yazarı bu konuda sorguladı. Doğudan Batıya, toplumsal bilinçaltından yüceltilmiş benlik ideallerine, ulusal endişelerden kimlik sorunlarına kadar geniş bir çatışma alanını metinlerde yüz yüze getirdi.
Bunları yazarken Gürbilek, yalnızca fikirlerin, kuramların, sezgilerin, yeni yeni ışımaların hazzını değil, okumanın hazzını da tattırdı okura. Her bir cümlesi adeta vezinle yazılmış gibi tartımlıydı; edebi haz ile zihinsel hazzın sıkı sıkıya buluştuğu metinlerdi yazdıkları. Fazladan söze asla yüz vermeyen, afakilikten, hamasetten zerre kadar hoşlanmayan, söyleyeceği bir sözü var olduğu için cümlesini kuran, tezini de asla dolandırmayan, yalınlığı ve zerafeti esas alan bir yazı üslubu armağan etti Türkçeye.
Yeni kitabı Mağdurun Dili'nde Gürbilek'e özgü özellikler daha da belirginleşiyor. Üslubundan emin, endişesini daha da denetlemiş, sözündeki tınıyı ve dalgalanmayı dip seslere, yeraltı yaşantılarına kadar zenginleştirebilmiş bir yazı pratiği sunuyor. Tartıştığı konularsa, sanırım Türkçede henüz çok taze. Ne mi tartışıyor? Belli başlı yazarların birey olarak karmaşasını, kısaca söylersek acılarını tartışıyor.
Bu acılar, ki, hemen hepimizin yakından bildiği, belki de yaşadığı türden duygular. Dostoyevski'ye kendini "iğrenç bir paspas" gibi hissettiren, "çocukluğumuzdan bu yana bize göz kırptığı halde bir türlü parçası olamadığımız bu sonsuz şölen de ne?" diye sorduran hayat; Atay'da, Selim'in bazı 'hor görülme' anlarını hiç aklından çıkaramadığı, öfkeyi ve ironiyi iç içe geçirip anlattığı, zorda kalınca "Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz!" dediği tutunamayanlara özgü yaşantılar; Cemil Meriç'i "Ben ezeli bir mağdurum. Anlaşılmadım, anlaşılmadım, anlaşılmadım" diye inleten duygu; Atılgan'a "anlamazlardı zaten" dedirten o kibirli umutsuzluk...
Modern edebiyat, duyguda en ufak bir abartıyı bile dışlarken bu duygular nasıl anlatılabilir oldu? Yazar ya mesafeli bir tavırla dillendirecekti bunları; Gürbilek'in deyişiyle, "acıyı olgudan, mağduru kavramdan ibaret bırakacak, canevinden vuramayacaktı okurunu." Ya? "Ya da yoğun duygudan yola çıkacak; duyguyu efektleştirmeyi, acı çekeni gülünç duruma düşürmeyi göze alacak"tı. Öyleyse yazar, içini kıyan bu acıyı nasıl anlattı; bu duygulara kayıtsız da kalamazken, küçük de göremezken. Soruyor Gürbilek: "Mutsuzluğa yakından bakarken, mutsuzluk fikriyle mutlu olmayan bir edebiyat gerçekten mümkün mü"ydü?
Biliyoruz ki, güçlü romanlar 'eziyet eden, hor gören, alay eden onlar'ı yapıtında acımasızca yargılayanlar arasından çıktı. O güçlü romanların yazarları, 'onlar' dediklerini, aynı zamanda kendinde bulanlar, kendinin de ötekine benzer olduğunu cesaretle görenlerdi. Bu konuları tartışırken, her bir yazarın bu meseleleri kendi yaşantılarında nasıl deneyimlediklerine, bu deneyimin yazıya nasıl yansıdığına, bunun üsluba dönüşme sırasındaki o ilginç paradokslar taşıyan evrimine de dikkatle bakıyor Gürbilek. İşte şimdi bu büyük 'yer altı' serüveni, bütün kılcallarıyla ve Gürbilek'in diliyle açılıyor sayfalarda.
Sayfalarda hayat ile edebiyat yeni ışımalarla buluşuyor. Buluşma anlarında sözcüklerle birden gözgöze gelip yakalanmamak, bu anlarda ürpermemek olanaksız.