Funda Şenol, "Ankara’daki kedili adam", Gazete Duvar, 17 Mayıs 2024
Bilge Karasu’dan “adam” olarak bahsedeceğim hiç aklıma gelmezdi. Fakat kendisi Fransa’da tanışıp dost olduğu iki arkadaşına, Jean ve Gino’ya yazdığı mektuplardan birinde, kendisinden böyle bahsediyor: “İyi olun. Ankara’nın kedili adamını hatırlayın.” Ne Kitapsız, Ne Kedisiz’in yazarı Karasu, birini kaybedince diğerine sığındığı, bazen didiştiği Sekiz, Bibik, Mırık adını taşıyan en yakın arkadaşları gibi “kedi huylu” olduğunu sık sık dile getiriyordu. Uzun sessizlikler, içe kapanmalar, sonra beklenmedik bir enerji patlaması, yine kendi ifadesiyle “köşesinin, açıların, kokuların değişmesinden duyduğu endişe” vb. Bunun yanında zihnen ve kalben bir İstanbullu’ydu. Ama 1953’ten, öldüğü 1995’e kadarki, büyük bölümü Tunus Caddesi ve Nilgün Sokak’taki evlerde geçen 42 yıllık Ankara sürgününde, günün birinde İstanbul’a geri dönmek değildi asıl derdi. Narla İncire Gazel döktürdüğü güneyli sıcak denizlere akma, ömrü vefa ettiği kadar oralarda yaşama hayaliyle göçtü bu dünyadan.
Mektubun Zarflandığı Mahrem
Karasu’nun kuşağına mensup her kesimden insan, tabii entelektüeller de mektup yazarak haberleşiyor, fikir alış-verişinde bulunuyor, dertleşiyor, halleşiyor, sürtüşüyordu. Bizim mesajlaşmamız gibi bir tür. Karasu da hem yazar arkadaşlarına, hem de aşki bir bağlılık duyduğu dostlarına her fırsatta mektup yazıyordu. Bu mektuplar yakın zamanda arka arkaya yayımlandı. Mektuplar, beklenenin aksine, ağırlıklı olarak entelektüel, sanatsal tartışmalar içermiyordu, daha çok gündelik hayatın küçük ayrıntılarına, değişken ruh hallerine, ümitler ve hayal kırıklıklarına, aile ve arkadaşlık ilişkilerine odaklanıyordu. Fakat basit gibi görünen bu bilgi ve duygu akışı, Karasu’nun kişiliğine, dönemin kültürel ve sanatsal iklimine, ahlak anlayışına, iktisadi yapısına dair tespitler, tahliller de taşıyordu muhatabına. Ve artık biz okura… İlginç olan, dönüm noktası sayılacak politik olaylara, mesela darbelere, gençlik hareketlerine, muktedirin faşizan karar ve uygulamalarına bunlar kadar değinmemesiydi. Belki de bu mevzular zaten yüz yüze gelişlerde arkadaş toplantılarında bol bol konu edildiğinden bıkkınlık yaratmıştı. Ya da bilinçli bir kaçıştı.
Hayatta olmayan birinin mektuplarının yayımlanması tartışma götürür bir konu. Hele hayattayken ondan izin alınmamışsa… Jean ile Gino’ya çeşitli tarihlerde yazdığı mektuplarda bu konudaki görüşü farklılaşıyor Karasu’nun. 70’lerde mektuplarının muhataplarınca saklanıyor olmasından duyduğu tedirginliği açıkça dile getiriyor. “Günün birinde birinin aklına, yıllardır arkadaşlarıma, hem de en iyi arkadaşlarıma yazdığım mektuplardan bir ikisini yayımlama fikrinin gelebileceğini düşününce dizlerim titriyor… Sadece mektuplaşanları ilgilendiren veya onlarla ilgili bir duyguyu herkese sergilemek niye?” Gerçi ben bu satırlarda kulağa su kaçırma çabası da görmüyor değilim. Gizli bir arzuyla akla gelmeyeni getiriyor sanki. Böyle “beklenmedik” tepkilerin, duyguların insanı Karasu aynı zamanda.
Zamanla daha açık dile getiriyor bu konudaki niyetini. “İki koldan ayıklamaya koyulup ortaya pek ‘edebi’ mektuplar çıkarabiliriz.” “Mektuplarımız parçalı sohbetler değil de nedir? En güzel, en canlı tarafları bu belki de! Mektuplarda konuşuyoruz ve öyle güzel konuşuyoruz ki, ender buluşmalarımızda, her defasında, onca yıl sonra kiminle karşılaşacağımızı neredeyse kusursuz biçimde biliyoruz.” Doğru söze ne denir? Mektuplar birbirini tanımak, birbirinin değişimini izlemek için ideal. Düzenli mektuplaştığınız/mesajlaştığınız bir eski dostu dün bırakmış gibi bulmanız işten bile değil!
Mektup yazmayı ve almayı çok seven, yazmayı aksattığında, mukabili geciktiğinde dertlenen Karasu’nun Jean ve Gino’ya yazdıklarının yanında, genç yazar arkadaşı Haluk Aker’e ve bir tür usta-çırak ilişkisi kurduğu Enis Batur’a yazdıklarından yola çıkarak bir zar gibi ince ruhlu ve zaman zaman bir duvar kadar nüfuz edilemez biri olduğunu düşündüm onun. Belki ilk özelliği ikincisini zorunlu kılıyordu. Etnik ve cinsel kimliğini saklamak zorunda kalan, heves ettiği biçimde yaşayamayan, dar gelirli, bakımından sorumlu olduğu zorlu ve hasta bir anneye sahip, kendisi de sağlık sorunları yaşayan, meslek ve aşk hayatı inişli çıkışlı ilerleyen biri olmasının etkisiyle de olsa gerek.
"Ankara'da Yaşayan İstanbullu Bir Göçmen"
İstanbul Karasu’nun kişiliğinin, yazarlık tecrübesinin, yaratıcılığının inşasında merkezi rol oynasa da, tıpkı Ankara’da olduğu gibi İstanbul’da da yerli hissedemiyordu kendisini bana göre. Enis Batur 70’li yıllarda Karasu’nun yaşamının Ankara öncesine mekan teşkil eden Tarlabaşı’na gitmişti onunla birlikte. Lağımlaranası ya da Beyoğlu adlı uzun, iddialı ama bitirmeye ömrünün vefa etmediği anlatısının geçeceği mekanları göstermek istemişti Karasu ona. Teyzesinin evine uğradıklarında, dönemin politik atmosferinde sık rastlandığı üzere evin camlarının “aşırı milliyetçiler” tarafından daha yeni kırıldığını öğrenmişlerdi. Teyze ve yeğenler ürküp sinmişlerdi. Batur, hemen karakola gidip, yönetim kademesinde hâlâ etkili bir figür olan babası Muhsin Batur’un adını verince bir koruma kalkanı oluşmuştu. Batur, sahiplenici bu müdahalenin Karasu’yu çok memnun ettiğini anlatıyor. Türlü kırılganlıkların insanı olarak nihayet sırtını yaslayabileceği güvenli bir duvar…
Aynı dışlanma ve korku iklimi Ankara’da da hakimdi, kendini “Ankara’da yaşayan İstanbullu bir göçmen” olarak niteleyen Karasu için. Batur, Karasu’yu eşcinsel bir çiftin aşkını anlatan Giovanni’nin Odası (James Baldwin) benzeri bir kitap yazmaya teşvik ettiğinde, “çocuk, bu şehirde kiralık ev bile vermezler bana” demişti. Jean ve Gino’ya annesinden bahsettiği bir mektupta ise “Viktoryen-küçük burjuva stiline biraz fazla bağlı. Benimse bu stilin ölçütlerine göre skandalların skandalı olduğumu kabul etmek gerekir” diyordu. O dönem Simone de Beauvoir’in annesi ölüm döşeğindeyken kaleme aldığı ve onunla sorunlu ilişkisini anlattığı Sessiz Bir Ölüm’ü çevirmişti ve yine aynı arkadaşlarına “Bayan de Beauvoir’in annesi ve kendisi hakkında söylediklerinin dörtte üçünü deyip yazabileceğini” söylüyordu. Tuhaf bir tesadüf: Karasu’nun ölümünden ardından yakın arkadaşı Füsun Akatlı’nın yayıma hazırladığı, otobiyografik ögeler taşıdığı bariz olan Lağımlaranası ya da Beyoğlu’nu okuduktan sonra, Karasu’nun çevirdiğini öğrenip merakla okuduğum Sessiz Bir Ölüm’le iki yazarın hemdert olduklarını çoktan fark etmiştim.
Duygusal ve cinsel hayatındaki sorunlar özellikle Fransız arkadaşlarına yazdıklarında içtenlikle konuştuğu konulardandı. İhtimaller ortaya çıkıyor, çarçabuk hayal kırıklığına dönüşüyorlardı. Göz önünde yaşanamayacak ilişkiler ev buluşmaları ve çok sevdiği deniz tatillerinde tükeniveriyordu. “Temel sorun” diyordu, Fransız arkadaşlarına, “yalnızlık”. “Bir insanla birlikte olma işini başaramadım gitti işte.” Bu yalnızlaşma, genç arkadaşı Haluk Aker’e yazdığı mektuplarda itiraf ettiği gibi, “ters, kavgacı, huysuz bir moruk olma yoluna” girmesinden kaynaklandığı kadar, hep gizlenerek yaşamanın, ahlaki baskının da neticesiydi. Halbuki akademi, sanat ve edebiyat çevresinden çok sayıda ahbabı vardı ve sık sık buluşuluyordu. En yakınlarından biri ise Füsun Akatlı’ydı. Hal böyle olunca yalnızlığı gönül işlerinde ortaya çıkan bir yalnızlıktı belki. Yahut kalabalık içinde hissettiği bir başınalık.
'Umduğunun Dışında Yaşamak"
Okurlarından yana dertli değildi yazdıklarına bakacak olursanız. Az ve öz okurunun ilgisi onu mutlu ediyordu. Fakat eserleri kendilerini edebiyat camiasının hakimi gibi gören ve hemen hepsi erkeklerden oluşan topluluk tarafından uzun ve yıldırıcı bir suskunlukla karşılanmadıysa eğer, hoşnutsuz bir dışlayıcı tavıra maruz kalıyordu. 80’lere gelindiğinde yazdıklarına daha yakından bakan, beğenisini ifade eden, en azından anlamaya çalışan bir yazar ve eleştirmen grubunun belirmesi onu sevindirmişti. Haluk Aker’e, “ ‘Susma duvarı’ biraz yıpranıyor mu ne?” müjdesini veriyordu. “Hem bilirsin, önceleri ‘güç!’ denir yazdıklarıma, sonra alışılır”. Tepkisini umursamadığını çeşitli vesilelerle dile getirdiği edebiyat alemi, eleştirmenler, edebiyat dergileri aslında her yazar gibi onun da gözettiği bir referanstı anlaşılan: “Bu ‘benlik okşamaları’nı çok görme Haluk. Alışık değilim böyle şeylere.” Vasatın hakim olduğu bir ortamda yeteneğinin farkında olan insanlara has örtük bir övünç de eksik değildi mektuplarında.
“Umduğunun dışında yaşamak” onun önde gelen derdiydi. Oysa üniversite diploması olmamasına rağmen birden çok dil biliyordu, birbirinden farklı birçok alanda malumatfuruş denecek kadar bilgiye sahipti. Özel dersler vererek, başka ufak tefek işler yaparak geçinmeye çalışırken yakın arkadaşı İonna Kuçuradi’nin girişimiyle Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmaya başlamıştı. Ama annesi ve kedileriyle mütevazı bir yaşam sürdürebilmek için bile yeterli bir gelir elde edemiyordu bu işten. Çeviriler, özel dersler, tercümanlık da devam ediyordu bir yandan. Umutsuzluğu belki de aklını kaçırmamak için bir ilke olarak benimsemiş, hayatın akışına teslim olmuş görünüyordu. Haluk Aker’e yazdığı mektuplarda: “Ama umudun dışında yaşamağı da öğreneceksin bir gün. Öyle parlak bir yaşayış değildir ama çok daha az yıpratıcıdır. O gücünü insan başka yerlerde kullanmasını öğreniyor. Kahramanlığı da sevme, derim, o da pis bir şey. Kahramansız bir dünyada, (kahraman olmamağa dikkat ederek, denmeli, kahramanları hala seven bir dünyada yaşandığına göre) yaşamağa çalışmalı.”
Ekmeğini kazanma çabası onu yapmayı daha çok istediği birçok güzel ve yaratıcı işten, yaşamayı düşlediği güneyli deniz şehirlerinden, kirli, karanlık ama cezbedici İstanbul’dan uzak tutuyordu. Fakat karakterinin kötümser, gündelik rutinlerde titiz, çalışkan ama hayatını kökten değiştirecek hamlelerde atalete meyyal yanı onu bazen elinin erimindeki hayalleri gerçekleştirmekten bile alıkoyuyordu. Büyük hamlelerden onu alıkoyan kırılganlıkları da olabilir haliyle. Şikayetlenmeyi sevdiği de mektuplardan anlaşılıyor. Tüm bunların süregelen ve derin bir depresyon emaresi olduğu fikrine kapılıyorum. Yine Jean ve Gino’ya yazdıklarından: “Belki de hayatımın sonuna kadar, hep ‘başka bir şey arzulayarak’ evle büro arasında sürüklenmeliyim. Bu ‘başka şey’in atla deve olmadığını düşününce hesaplamalarımın tam olarak neresinde hata yaptığımı merak ediyorum; nerede ‘sıçrayamadığımı’.” Bir başka mektupta, “Beklemek benim işim. Ölümü ve yanı sıra da kitaplarımın basılmasını, çalışmamın sonuçlarını görmeyi ve bulmaktan ümidi kesmediğim beden ve zihni kalbime koymayı bekliyorum. Aptallık konusunda kimse beni yenemez, değil mi?” diyordu Jean’a daha 1969’da. Magnum opus’u sayacağı o büyük kitabını ve başka tasarılarını tamamlayamadan erken denebilecek bir yaşta öldü Karasu. Ölmeden bir süre önce, tedavi sürecindeyken Haluk Aker’e en etkili tespitlerinden birini yolluyordu: “Gelecek, gençlikte ne kadar ‘gerçek’, yaşımda ne kadar ‘varsayımsal’!”
Haliyle bu haftanın kitapları metin içinde sözü geçenler ve metne kaynaklık eden mektuplar:
Jean ve Gino’ya Mektuplar, 1963-1994, Bilge Karasu, Haz.Alain Mascarou, Çev. Simla Ongan, YKY.
Haluk’a Mektuplar, Bilge Karasu, Haz. Haluk Aker, Metis Yayınları.
Enis Batur’a Mektuplar, Ankara Yazıları, Bilge Karasu, Haz. Mesut Varlık, Metis Yayınları.