Şükrü Argın, “Örme ve gülme biçimleri”, K24, 21 Aralık 2023
Bana öyle geliyor ki burada, Türkiye denen coğrafyada 2023’ün öne çıkan kitabı Nurdan Gürbilek’in Örme Biçimleri’dir. Şüphesiz öznel bir hüküm bu, fakat “öyle geliyor ki” dediğime göre, bu hükmü mümkün kılan, en azından “öyle” görünen; yani görülen şeyden “gelen” bazı parıltılar da olmalı. Göze gayri iradi çarpan bir şeyler... Yani bu hükmün makamıyla değil de, bizatihi muhatabıyla alakalı bazı vasıflar; dolayısıyla subjektif bir değerlendirmeyle savuşturulamayacak, göz ardı edilmemesi, objektif olarak değerlendirilmesi gereken türden bazı hususi hasletler, meziyetler...
Yine de 2023’ün en önemli kitabı tartışmasız buydu, diyemem elbette, bu hükmün boynunu “bence” diyerek bükmeden... Her şeyden önce, 2023’te yayımlanan telif ve tercüme kitapların tümü şöyle dursun, böyle bir hüküm vermeye el verecek ölçüde makul bir kısmını –okumak bir yana– görmedim bile. Fakat sezgilerime dayanarak, Gürbilek’in bu kitabının, 2023’te –en azından telif eserler arasında– öne çıkan bir eser olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Yani sadece benim için değil, “bizim” için 2023’ün öne çıkan ya da çıkarılmayı hak eden kitabı Örme Biçimleri’dir diyebilirim. Bir kere, ‘90’ların başından bugüne, yaklaşık iki ya da üçer yıllık aralarla kaleme aldığı on göz ardı edilemez kitapla çıkan bir yazar var karşımızda. Meşhur ifadeyi ters yüz ederek söylersem, istikrarlı bir “halin istisnası” durumuyla karşı karşıyayız yani. En azından manidar bir ısrarla../
1992’de yayınlanan Vitrinde Yaşamak başlıklı ilk kitabında, bir bakıma Türkiye’nin 12 Eylül sonrası hasar tespit raporunu kaleme almıştı Gürbilek. Hayatımızın kamusal ve özel veçhelerinin birbirine bulaşma hallerini, böyle bir bulaşmayı önleyebilecek politik duyarlılıkların ve pratiklerin buharlaşmasını kaydetmişti. Daha sonra edebiyata yöneldi Gürbilek; “özel” ve “mahrem”in “kamusal”, “kamusal”ın “özel” ve “mahrem” veçhelerine duyarlı; başka bir deyişle her iki âlemle de irtibatlı edebiyata... Bazen –örneğin Yer Değiştiren Gölge (1995), Ev Ödevi (1999), Mağdurun Dili (2008), Benden Önce Bir Başkası (2011), Sessizin Payı (2015) gibi kitaplarında– belirli yazarlar üzerine odaklanan eleştirel makaleler; bazen de –örneğin Kötü Çocuk Türk (2001), Kör Ayna, Kayıp Şark (2004) ve İkinci Hayat (2020) gibi kitaplarında– belirli temalara, kavramlara ya da deneyimlere odaklanan fragmanlar kaleme aldı. Şöyle hızlıca bakıldığında Gürbilek’in makalelerin odağına en fazla girmiş yazarların, ağırlık sırasıyla Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Yusuf Atılgan, Cemil Meriç ve Latife Tekin olduğu görülür. Fragmanlar ise Türklük, Doğululuk, kötülük, çocukluk, sahicilik, züppelik gibi hallerden yurt, ülke, ev, taşra gibi kavramlara ve adalet, özgürlük, kendilik gibi ideallere; kaçma, yazma, sürgün, göç, mübadele, eve dönme, arayış, yoksulluk, yoksunluk gibi deneyimlere odaklanır.
Bu makale ve fragmanların müşterek vasfı sanırım nihayetinde birer deneme olarak kaleme alınmış olmalarıdır. Yani bu edebi türün mucidi Montaigne’in dediği gibi, bunlar “salt konularıyla” yararlı olan kitaplardan değildirler, “değerlerinde yazarın payı” [1] da vardır. Çünkü bu kitaplar neyi konu edinirse edinsinler, neredeyse gayri iradi biçimde peşi sıra kendi yazarlarının gölgelerini de taşırlar.
Hatta sadece taşımakla kalmaz, peyderpey dönüştürür, biçimlendirir de. “Ben durmadan kendime [çekidüzen veriyorum]” demişti Montaigne, “çünkü durmadan anlatıyorum.” [2] Kitabının kendi eseri olduğu kadar, kendisinin de kitabının eseri olduğunu; bu sebeple Denemeler’in kimi kitaplar gibi “bazı üçüncü el” konular üzerine “ikincil gayelerle” yazılmış olmadığını; “yazarıyla aynı tözden, onun benliğiyle alakalı, hayatının bir parçası” [3] olarak kaleme alınmış hususi bir kitap olduğunu söylemiş ve müstakbel okurlarına bu inançla şunu tavsiye etmişti: “Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.” [4] Demek ki deneme sadece bir yazı/n türü değil, aynı zamanda bir deneyim, dolayısıyla bir öznellik alanıdır. Ve tam da bu sebeple, burayı bir mezara ya da hiç değilse kafese çevirmeye çalışan dış (nesnel) ya da hatta bazen de iç (öznel) güçlerle dur durak bilmeden mücadeleye tutuşulan bir muharebe meydanıdır.
Bütün bunların Gürbilek’in denemeleri için de aynen geçerli olduğunu düşünüyorum. Zira o dört yazarı (Oğuz Atay, Latife Tekin, Tezer Özlü ve Bilge Karasu) “çocukluk” ve onun “ilk sahnesi olan ev” teması etrafında ele aldığı Ev Ödevi başlıklı üçüncü kitabının başında “[b]u yazıların eleştiri mi inceleme mi deneme mi olduğu sorusunu” kendisine sorup şöyle yanıtlamıştı:
Bu yazıların konusu bir deyim olarak, bir biçimsel yaşantı olarak edebiyat. Tabii bu, edebiyatı kendi terimleriyle, kendi tarihiyle incelemeyi, orada biçimin nasıl bir hayat sürdüğünü anlamayı içeriyor. Ama aynı zamanda biçimin ardında kımıldayan içeriğe bakmayı, yani edebiyatın içinden geçerek başka şeyler düşünmeyi, orada yaşanan deney sayesinde başka alanları yoklamayı da içeriyor. Bu yazıları denemeye yakın kılan da bu sanırım. (...) Ben de bu yazılarda denemenin imkânlarını kullanarak hem ele aldığım metinleri eleştirel bir mesafeden okumaya çalıştım, hem de kitabın bende harekete geçirdiği iç deneye yer açmayı denedim. Yani metinlerin dışına çıktım; bir okur olarak kendi deneyimlerime, ben de yazıyor olduğuma göre bunun sıkıntıyla, bunun oyunla, bunun yoklukla ilişkisine yer verdim. [5]
Gürbilek’in bu ifadelerinin sadece Ev Ödevi için değil, tüm kitapları için geçerli olduğu söylenebilir. Bunlar bildiğimiz manada bir eleştiri veya inceleme ya da deneme kitabı değildirler. Sanki bunların her üçünü de içeren melez bir tür vardır karşımızda: Muvakkaten bir tür “eleştirel deneme” ya da “deneme-eleştiri” diyebileceğimiz, her halükârda nevi şahsına münhasır bir yazı edimi ve biçimi. Dolayısıyla şu söylenebilir, hatta söylenmelidir diye düşünüyorum: Neredeyse yarım asırdır sürdürülen bu nevi şahsına münhasır meşgale; kendini, içinde yaşadığı sosyo-kültürel coğrafyayı, sayesinde soluk alıp verdiği edebi atmosferi anlamaya yönelik bu ısrarlı çaba sadece boynu bükük bir “bana göre” değil, başı dik bir “öyle görünüyor ki” refakatinde tetkik edilip takdir edilmeyi hak ediyor. Fakat ben bu kısa yazıda elbette böyle zorlu bir işe kalkışmayacağım. Sadece yerim dar olduğu için değil, aynı zamanda yenim de dar olduğu için... Bu nihayetinde erbabını bekleyen bir vazife ki, ben şimdilik sadece işaret etmek ve olsa olsa bir borç olarak üstlenebileceğimi söylemekle yetinmek durumundayım. Dolayısıyla, bu yazının kalan bölümünde münhasıran Örme Biçimleri’nin benim için niçin önemli olduğuna dair birkaç şey söyleyeceğim. Fakat bu kitap için söylediklerimin, Gürbilek’in diğer kitapları için de geçerli olduğunu da eklemeliyim. Zira bu kitapla öncelleri arasında kopmaz bir bağ vardır ve bu bağ hem odaklanılan yazarlar ya da temaların sürekliliği hem de bizatihi yazarın bunların peşi sıra takılmış gölgesinin kararlı varlığı sayesinde kurulmuştur.
Bir Gürbilek denemesinin ilk göze çarpan vasfı sükûnetidir. Her şeyden önce sakin metinlerdir bunlar. İlmek ilmek örülmüş, göz nuruyla nakşedilmiş dokuları hemen hissedilir. Bu sebeple onuncu kitabının ana başlığı epeyce manidardır. Fakat alt başlık (“Bir Ters Bir Düz Fragmanlar”) ile Gürbilek denemelerinin başka bir vasfı olarak görülebilecek tertiplilik arasında çelişki demeyeyim de bir çekişme var gibidir. Onun denemeleri –umarım bu cinsiyetçi bir ifade olarak görülmez– “kadın eli değmiş” gibi derli topludur ve bu sıfatla, ilk bakışta fragmanın egsantrik doğasına aykırı görünür. Fragmanın dağınık değil dağıtılmış bir bakışın, sabit bir bakış noktasına yerleşmek yerine, baktığı şeyin etrafında dönen kanatlı bir bakışın eseri olduğunun farkındayım. Gürbilek’in tüm denemelerinin ve bilhassa bu kitabının fragmanın bu vasfını ziyadesiyle kuşandığının da farkındayım. Fakat yine de işte elimizde kendini merkezkaç güçlere bırakmış serbest fragmanlardan müteşekkil bir kitap değil de bir merkez etrafında daireler çizen ve her dönüşünde temel bir motifin çeşitlemelerini üreten derli toplu bir metin var. Ya da şöyle diyelim: Örme Biçimleri evcilleştirilmiş, teskin edilip sakinleştirilmiş fragmanlardan müteşekkildir. Tam da bize zaten baştan söylendiği gibi, tersten başlar bu fragmanlar fakat düzde biter. [6]
Örme Biçimleri baştan sona bir arayış hikâyesi anlatır aslında. Kendine ait bir oda (Woolf), bir dil (Karasu), bir halk (Tekin), bir kendilik (Gombrowicz) ve bir bakış (Woolf) arayışı. Gürbilek ikisi “yerli”, ikisi “yabancı” dört yazarın arayışlarını birbirine teyeller bu kitabında, fakat bütün bunların, bir yazar olarak bizzat Gürbilek’in de iştirak ettiği arayışlar olduğunu eklemeliyiz. Başka bir deyişle, sadece onların hikâyelerinin anlatıcısı değil, aynı zamanda onlarla hemdert bir yazardır Gürbilek. Peki ama nedir bu müşterek dert? Birbirine teyellendiğine göre bu arayışların kavuştuğu bir yer olmalı. Bana öyle geliyor ki, bu yer modern birey hayalinin, yani kendi hayatının iplerini kendi elinde tutan, kendi kaderini kendisi ören, kendi yaşantılarından kendine ait bir hayat nakşeden, kendi hikâyesini kendisi yazan birey tahayyülünün –bir varmış bir yokmuş makamında– vücut bulduğu öznellik alanıdır. Bir bakıma, denemenin aynı zamanda bir deneyimin alanı da olan muharebe meydanı...
Ego, modernitenin şafağında bir tür Arşimet Noktası olarak görülmüştü; modern bireyin, bir nesne konumuna indirgediği ölçüde ve sürece kendisi de dahil olmak üzere tüm dünyayı kanırtıp yerinden oynatabileceği, sağlam, güvenilir dayanak noktası... Fakat modernite üzerine akşamın alacakaranlığı çöktüğünde yavaş yavaş bu noktanın aslında bir tür Aşil topuğu olduğu fark edilmeye başlandı; modern tahayyülün en zayıf, hatta ölümcül derecede kırılgan noktası... Doğal olarak egonun edebi yurdu olarak görülebilecek denemenin kaderi de bu dönüşüme bağlı olarak değişti. Deneme artık egonun kendi hakikatini ifşa ve inşa etme sahası olarak değil de, daha ziyade egonun zaten çoktan inşa edilmiş hakikatinin, daha doğrusu bunun inşa edilmiş bir hakikat olduğunun ifşa mahalli haline geldi. Ego hâlâ buranın sakini idi, fakat artık sahiplik iddiasında bulunamayacak denli zayıf düşmüş bir haldeydi. Gürbilek daha ilk kitabında kaydetmişti bu durumu:
Deneme de, yazarını hayat karşısında bağımsız, cüretkâr, bilge kılan koşulları çoktan kaybetti. Bugünün denemecisini öncekilerden ayıran da bu: Hayat karşısındaki güçsüzlüğünü kabul ederek işe başlamak zorunda artık. Buradaki yazılar da böyle bir güçsüzlükle yola çıkıyor. Üstelik, varlık koşullarını bu kadar yitirmiş bir türü iyice zora koşarak: Hem bir dönemi tarihselleştirmek hem de onun tarafından kuşatılmış bir kişisel tarihi anlayabilmek için. [7]
Peki ama, niçin Gürbilek bu tespitle yola çıktığı kırk elli yıllık yazı serüveni boyunca ısrarla deneme yazmayı sürdürdü ve niçin şu an bize takdim ettiği Örme Biçimleri’ni münhasıran kendine ait bir yer/yurt/sığınak bulma derdindeki dört yazarın hikâyesini anlatmaya vakfetti? Üstelik bir önceki kitabını, tam da bu türden arayışların nihayetinde kavuşmayı umabileceği yegâne şeyi gayet net bir biçimde ortaya koymuşken: “Deleuze’ün ... ‘eksik halk’ kavramını yurda, ama aynı zamanda dilsel yurda, ‘insanın sığınabileceği o tek ev’e uyarlamak bir ufuk çizebilir mi? Kaybı ve yeniyi aynı anda kaydeden iki cümle. Birincisi: Yazarın artık bir dilsel yurdu yoktur. Yazar varlığını anlamlandıran o dilsel toprağı (‘güzel Türkçemiz’, ‘sevgili Fransızcamız’, ‘canım Felemenkçemiz’) kaybetmiştir. İkincisi: Yazarın bir dilsel yurdu henüz yoktur. Yazarın dilsel yurda ihtiyacı vardır, ama onu ancak çağırabilir, eksikliğini saptayabilir, yaratılmasına katkıda bulunabilir. Barthes’ın Orpheus düşü: Yazı sevdiğini (‘dilsel vatan’) ancak arkasında bırakabilirse kurtarabilir.” [8]
O halde az önce sormuş olduğum soruya verilebilecek ilk yanıt, Gürbilek’in “Orpheus düşü”nü görmeye devam ettiğidir: gönül rahatlığıyla içine yerleşebileceğimiz bir ev, bir oda, bir dil, bir halk, bir yurt, bir kendilik yok; ancak terk ederek kavuşabileceğimiz yitik “sevgililer”dir bunlar. İkinci bir yanıt şu olabilir: “Kuşatılmış” da olsa “bir kişisel tarih” vardır ve bu, her ne kadar baştan sona bir yenilgiler tarihi olsa da hâlâ “kişisel”dir, yani bize ait bir tarihtir. Başka bir deyişle, devrimler değilse de direnişler tarihidir: Bazen dayatılmış bir cinsel kimliğe (Woolf), bazen bir etnik azınlık kafesine tıkılmaya (Karasu), bazen bahşedilmiş bir mesleki statüye, misal ‘yazarlık’ denen makama (Tekin), bazen de diğerlerinin tümünü içeren bir milli heyula kapanına (Gombrowicz) direnme. Yenile yenile direnme... Gürbilek ilk kitabında bir bakıma şunu söylemişti bize: Kendi tarihimizi kendimiz yapamasak da, bu zayıf, biçare halimizi kuşatan, daha doğrusu kuran dönemi tarihselleştirip anlayabiliriz. O da yazı hayatı boyunca kendince bunu yapmaya çalıştı zaten ve Örme Biçimleri bu nevi şahsına münhasır çabanın hem özeti hem de doruğu gibi görülebilir.
Kitabı ilk okuduğumda, keşke demiştim, keşke Woolf ve Karasu ile başlayan kitap Gombrowicz ile bitse imiş. Modernitenin şafak parıltıların kırılıp zayıfladığı bir dönemde, tarih yapmaktan kendine ait bir oda bulmaya, kendine ait bir dil ya da edebiyat inşa etmeye gönül indirmiş iki modernist yazardan hareket eden fragmanların, kendi tarihinin yapıcısı değil yıkıcısı olmaktan bahseden ve bu sebeple bazıları tarafından “post-modernist” olarak nitelenen dik kafalı bir yazarla kapanmasının daha iyi bir tercih olabileceğini düşünmüştüm. Fakat sonra, ikinci kez okuyuşumda fark ettim ki, Woolf ile açılan metnin yine onunla kapanması gayet yerinde olmuş aslında. Zira Gürbilek için Gombrowicz, her şeyi bir oyun olarak gören ve oyunlardan zevk almak dışında başka hiçbir teklifi olmayan “post-modernist edebiyat”ın değil, “kendim olamıyorum” ile “kendim olmalıyım” arasında “gidip gelen daha gergin, daha huzursuz bir edebiyat”ın mensubudur ve bu sebeple, bir hayli “geçimsiz” de olsa modernist Woolf’un manevi kardeşlerinden biridir.
Gürbilek, Gombrowicz’in Günlük’ünün şu sorunun tetiklediği “bir düşünce deneyi” olduğunu düşünür: “Var olmayan, gelgelelim insanı öylesine fetheden bu ‘ben’ de neyin nesi?” Gürbilek’in kendi denemelerini tetikleyen temel soru da bu sanırım. Bu sebeple, Gombrowicz’in eşi Rita’nın Günlük’e yazdığı sunuşta söylediği şu sözler Gürbilek için de aynen geçerlidir diyebiliriz: “Günlüğü onun en kişisel, fakat aynı zamanda en evrensel eseridir. Onun kendi benliğini savunması, tam da varlığının alenen ve ısrarla inkâr edildiği bir çağa karşı bireyin savunulmasından başka bir şey değildir.” [9] Gürbilek, Gombrowicz’in 1953’te yazdığı Trans-Atlantik’i “cenazede patlayan kahkaha”ya benzettiğinden bahsetmişti:
Cenaze, çünkü milli duyguları hedef alan bu sert yergi Polonya tarihinin karanlık bir saatinde, ülkenin önce Almanya, sonra Sovyetler Birliği tarafından işgal edildiği dönemin ardından yazılmıştır. Kahkaha, çünkü Polonyalılar yazarlarından bir ağıt beklerken, Gombrowicz grotesk kahkahasıyla çıkagelir. [10]
Biz bu grotesk kahkahayı, Gürbilek’in Örme Biçimleri’nde hikâyesini anlattığı kendilik arayışı bağlamında çok daha tekinsiz bir kahkaha olarak yorumlayabiliriz: Modern öznenin cenaze töreninde patlatılmış, fakat defin için orada toplanmış cemaatin arasından değil de, beklenmedik biçimde tabutun içinden atılmış cümle âleme meydan okuyan tekinsiz bir kahkaha...
Benim için baştan sona devasa bir cenaze törenini andıran, her türlü cemaatten umudu kestiğim, hiçbir cemaatte herhangi bir canlılık emaresi göremediğim şu 2023 yılının salgıladığı kesif karanlığı son anda da olsa azıcık çalkalayıp dağıtan şey, Gürbilek’in Örme Biçimleri’nde işitir gibi olduğum bu kahkaha oldu. Bu kitabı benim için önemli kılan bir sebep işte bu: Her tarafı sarmış ölü kabuğu çatlatan kahkaha. Fakat elbette sadece bu sebeple değil. Gürbilek’in bu kitabını benim için önemli kılan bir diğer sebep, içerikten ziyade bu içeriğe yaklaşma şekliyle; yani meseleleri ele alma, daha doğrusu bunlara el uzatma usulü, üslubu, yöntemi ya da yordamıyla alakalı.
Bir Gürbilek denemesinin göze çarpan iki temel vasfından; sükûnetinden, sakinliğinden ve tertipli, derli toplu oluşundan söz etmiştik. Şimdi buna bir üçüncü vasıf daha ekleyebiliriz: hakkaniyet. Bir Gürbilek denemesinin önde gelen vasıflarından, daha doğrusu tasalarından biri de mümkün olduğunca adil olmak, hiç değilse zalim durumuna düşmemeye özen göstermektir. Erdemlerin –biri hariç– tümü nihayetinde egonun süsüdür. Nezaket, sadakat, basiret, itidal, cesaret, cömertlik, merhamet, alçakgönüllülük, sadelik ve sahicilik, saflık ve iyi niyet... bütün bunlar egonun payandalarıdır; her ne kadar ötekine yönelik olsalar da nihayetinde egoyu ayakta tutmaya yararlar. Elbette, bütün bunlar kendi başlarına –tam da André Comte-Sponville’in işaret ettiği gibi– [11] “iki uçurum arasında” salınan muvakkat bir “doruk çizgisi”ni temsil eder: Misal, cömertlik cimrilik ile müsriflik; aynı şekilde, sadakat da bağlılık ile bağımlılık arasında salınır ve dolayısıyla, bu salınma esnasında ancak muvakkaten vücut bulurlar. Kısacası bu vasıfların tümü sadece “iyi”nin hizmetinde olduklarında erdem haline gelir. Fakat adalet, hiç şüphe yok ki, mutlak anlamda iyi olan, yani bizatihi iyilik olan tek erdemdir. Adalet egonun kuşandığı bir vasıf değil, üstlenmesi gereken bir vazifedir. Yine Comte-Sponville’in ifadesiyle, adalet “ne bencillik ne de özgeciliktir.” Ne Descartes’vari ben-merkezci bir öznellik restiyle, yani ötekileri kendi huzurunda boyun eğmeye zorlayan mütecaviz bir tavırla ne de Levinas’vari diğerkâm bir öznellik jestiyle; yani öznenin, Tanrı makamına tayin ettiği Öteki karşısında boyun büken mütevazi bir tavırla alakalıdır. “Adalet,” der Comte-Sponville, “sayesinde kimsenin kendini diğer herkesin üstüne koymadığı ve sonuç olarak, her şeyi kendi arzusu ya da çıkarlarına feda etmediği, bu ters yöndeki [güçlü] eğilimi aşmaya çalıştığı erdem değilse nedir ki? ... Adalet, bu [ikiyüzlü Ben] tiranlığının karşıtıdır, dolayısıyla bencilliğin ve [benmerkezci bir diğerkâmlığın] ya da bunlara teslim olmanın reddidir.”
Gürbilek denemelerinin ele aldığı yazarları ve metinleri kendine konu değil de daha ziyade konuk edindiği; dolayısıyla onları kendi “evinde” nezaketle, iyi niyetle, hoşgörüyle, merhametle, minnetle ağırladığı söylendi. [12] Hatta bu erdemleri abartıp kusura dönüştürdüğü bile ima edildi. [13] Fakat bir Gürbilek denemesinde bütün bu erdemlerin aslında Aristoteles’in “eksiksiz erdem” dediği adaletle alakalı olduklarına hak ettiği ölçüde dikkat sarf edilmedi. Adalet eğer simgesi olan terazinin ima ettiği gibi bir denge hali ise, herkesin payına düşenin belirlenmesi ve verilmesi meselesi ise, onun diğer tüm erdemlerin yöneldiği bir ufuk ya da tüm erdemlerin “birlikte var olma yasası” olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, diğer tüm erdemlerin adaletten yoksun olduklarında bir kusura dönüşeceklerini, buna karşılık diğer erdemlerin herhangi birinden yoksun bir adaletin asla tahayyül edilemeyeceğini de ekleyebiliriz. Misal adaletten yoksun bir merhamet hiç şüphe yok ki nihayetinde zulme hizmet edecektir; buna karşılık adalet mecburen merhametli olmak durumunda: İlki gibi hüküm vermekten itinayla ve mütemadiyen uzak durmak için değil, kaçınılmaz olan hükmün mümkün olduğunca hakkaniyetli olması amacıyla kini ve öfkeyi ya da sempati ve sevgiyi aşmak, askıya almak gerektiği için...
Gürbilek denemelerinin bunu başardığını söyleyemeyiz elbette, fakat böyle bir niyet ve arzuyla kaleme alındıklarını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Böyle bir “eksiksiz erdem” olarak adalet ulaşılabilecek bir hedef değil, asla gözden yitirilmemesi gereken bir idealdir çünkü ve Gürbilek denemeleri tam da bu idealin parıltılarını taşır. Üstelik sadece konuk ettiği yazarlar, okuduğu metinler, el uzattığı temalar ya da kavramlarla kendisi arasındaki ilişkilerde değil, eleştirel teoriyle edebi metinler arasındaki ilişkilerde de kantarın topuzunu kaçırmamaya, birinin haklarını diğerine yedirmemeye özen gösterir Gürbilek. Örme Biçimleri’nde bilhassa öne çıkmış görünüyor bu hassasiyet. “Edebiyat yazılarında,” der Gürbilek, “çoğu zaman çoktan varılmış doğruları bir kez de edebiyata söyletir, yazı daha başlamadan önce oluşmuş bir sözü yapıta tekrarlatır, edebiyatı politikanın kolaylaştırıcısına, kuramın kenar süsüne dönüştürüp köşemize çekiliriz.” [14] Görülebileceği gibi burada sadece bakış açısı değil, bakış noktası da manzaraya dahil edilmiştir. Gürbilek ait olduğu fakat içine sıkışıp kalmak istemediği bir hayalî cemaatten bahseder gibidir: “Biz kuramsever okurlar.”
Her şeyi tek bir şeye indirgemeye çalışan kurama karşı, hiçbir şeyin sadece tek bir şey olmadığını göstermeye çalışan edebiyatın korunup kollanması gerektiğini söyler Gürbilek. Woolf’u Freud’la değil de, Freud’u Woolf’la okumanın ilginçliğine işaret eder: “İlki kuram hakkında bir şey söyler, ikincisi Woolf’a dikkat kesilir. Edebiyatın kurama nasıl da tıpatıp uyduğu değil, onu (değişime) zorladığı anlara odaklanır.” [15] Dolayısıyla şu söylenebilir sanırım: Örme Biçimleri eleştirel teoriyle edebi metinler arasında hakkaniyetli bir ilişki biçimini, adil bir karşılaşma halini savunur ve odağına aldığı dört yazarla tam da böyle bir adil muhabbet kurmaya çalışır. Teorinin çoğu durumda edebiyatı narsist bir keyifle kendini seyrettiği bir aynaya çevirdiği ve aynı zamanda edebiyatın da çoğu durumda kurnazca bir hamleyle kendini teorinin bakışını ayartacak hallerle süslediği bir dönemde, Gürbilek’in teoriyle edebiyat arasında adil bir ilişki talep eden bu kitabı bilhassa önemlidir ve sanırım, onun bu bakımdan da nevi şahsına münhasır bir kitap olduğu söylenebilir.
Nevi şahsına münhasır olmak, başkalarını bu halden mahrum bırakmaya teşne eşsiz bir var olma hali değildir elbette; aksine, başkalarına el uzatan, eşini değilse de eşitini arayan, kendini bu haliyle ancak onlar arasında var edebilen, doğası gereği “eksik” bir varlıktır; namevcut değil natamam bir varlık... Ya da Örme Biçimleri’nde habire yankılanan Woolf cümlesini bir kez daha tekrarlayarak ifade edelim: “Hiçbir şey tek bir şey değildir.” Tek olan bir şey bile... O halde, Montaigne ile açtığımız bu yazıyı, Nietzsche’nin ona dair bir sözünü Gürbilek için eğip büküp yeniden kurarak kapatabiliriz sanırım: Şimdi –yani 1980’lerden bugüne biteviye uzanıp giden yıllar boyunca– böyle bir yazarın aramızda yaşamakta olması ve belli aralıklarla yaşadıklarına, okuduklarına dair izlenimlerini bizimle paylaşması, bugün, yeryüzünün bizim payımıza düşmüş bu mütevazı yerinde yaşamanın hazzını bir nebze de olsa artırıyor.
Notlar
[1] Montaigne, Denemeler, çev. Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları, 1999, s. 211. Metne dön.
[2] Denemeler, s. 6. Metne dön.
[3] The Complete Essays of Montaigne, çev. Donald M. Frame, Stanford University Press, 1958, s. 504. Metne dön.
[4] Denemeler, s. 10 Metne dön.
[5] Nurdan Gürbilek, Ev Ödevi, Metis Yayınları, 1999, s. 7-8. Metne dön.
[6] Gürbilek, sanırım ilk kez bu kitabının başlığında “fragmanlar” kelimesini kullandı ve girişte niyetlendiği şeyin “tertipli” bir metin olmadığını ifade etti. Ona göre, her deneme, denemeyi yeniden tanımlar ve onun buradaki tercihi “çoğul girişli bir deneme”den yanadır. Bence fragmandan daha iyi bir ad bu. Bir önceki kitap, İkinci Hayat sanki fragman formuna daha yakındı. Metne dön.
[7] Vitrinde Yaşamak, s. 11. Metne dön.
[8] İkinci Hayat, s. 205. Metne dön.
[9] Witold Gombrowicz, Diary, çev. Lilian Vallee, Yale University Press, 2012 içinde, s. x. Metne dön.
[10] Örme Biçimleri, s. 139-140. Metne dön.
[11] Burada André Comte-Sponville’in şu harika kitabından yararlandım, bilhassa bu kitabın adalet erdemiyle ilgili (s. 75-105) kısmından: Büyük Erdemler Risalesi, çev. Işık Ergüden, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004. (Yeni baskısı İletişim Yayınları tarafından yapıldı, 2020) Metne dön.
[12] Böyle epeyce sıcak bir değerlendirme için bkz. Demet Ş. Dinler, “Nurdan Gürbilek’in ‘Orijinal Türk Ruhu’nu Okumak”, Şerhh 3-4, 2016, s. 82-101. Metne dön.
[13] Böyle az biraz soğuk değerlendirme için bkz. Orhan Koçak, “Deneme, Kitle Kültürü, ‘Sahicilik’, Hoşgörü”, Birikim, Sayı 40, Ağustos 1992, s. 18-25. Metne dön.
[14] Örme Biçimleri, s. 9. Metne dön.
[15] Örme Biçimleri, s. 185. Metne dön.