Ülker Şener, "Bilge Karasu’yu anarken...", Gazete Duvar, 13 Temmuz 2023
Bilge Karasu ile 1996 yılında tanıştım. Ölümünden 1 yıl sonra. 13 Temmuz 1995’de Ankara’da ölmüş, mezarı da Ankara’da, her ne kadar İstanbul’da doğmuş olsa da, çoğu kitabında İstanbul’un izini sürse de, Ankara orada gizli saklı bir biçimde durur, öyle sanıyorum. Aynı yerlerde dolaşmışız, aynı sokaklarda, belki de karşılaştık. Ankara küçüktü o dönemler ve birkaç merkezi vardı: Ulus, Kızılay ve Tunalı. Gidilen yer sınıfa, kültürel sermayeye göre değişiyordu. Bizim mekanımız Kızılay’dı; Ulus ile Tunalı’nın ortası. Zafer Çarşısı en fazla uğranılan yerdi, o zamanlar kitapçıların merkeziydi ve her türlü dergiyi bulmak da mümkündü. Sonradan öğrendiğime göre Bilge Karasu’da sık sık uğrarmış.
Bilge Karasu ile tanışıklığımız 1996 Açlık Grevlerine denk geliyor. Kim önerdi bilmiyorum, muhtemelen kitapevlerinin birinde kitapları karıştırırken baktım ve gördüm, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı. Bazen gün uzar bitmek bilmez, 1996 yaz ayları da öylesi günlerle doluydu.
Kızılay’a, Açlık Grevlerinden gelecek iyi haberleri bekleyen ailelerin yanına her inişimizde “bugün anlaşma sağlanacak mı acaba” diye sorardık, dua benzeri bir istek ve dilek… 21 Temmuz’da ölümler başladı ve 12 kişi öldükten sonra anlaşma sağlandı, bunun geçici bir durum olduğu birkaç sene içinde anlaşıldı. 96’da sağ kalanların önemli bir bölümünün 2000-2001 ölüm oruçlarında öldüğünü söyleyeyim.
Kitapları etkileyici kılan biraz da ne zaman okundukları galiba. Sizinle ne zaman konuştukları, sorularınızı ne zaman duydukları, dinledikleri…. Her zaman bir cevap-karşılık vermeseler de en azından seni ne zaman anladıkları... Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'nın etrafında dönüp dolaşıp pervane olduğu inanç sorgulaması, o dönemin anlatısıydı bir yanıyla ve bizimle konuşuyordu.
Bilge Karasu üzerine epey yazıldı-yazılıyor, kitapları özellikle mekan, cinsiyet ve arzu çerçevesinde ele alındı. Türkçe yazında farklı bir yerde durduğu da çokça söylenir. Karasu’nun konuları ele alış biçimi, kişileri oluşturuşu, metinleri kurgulayışı, mekan ve zamanı algılayışı; bir metni ele alırken yorumlama ve ayıklama nesnesi yaptığımız tüm öğeleri ayrıksıdır. Kitapları dil açısından benzerlik gösterse de Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı ve Gece, farklı bir yerde duruyor; ikisi birbirini tamamlıyor. Bu metinler inanç ve insan üzerine düşünüyor, en çok da insan üzerine. Metinler, imge ve sembollerle iletişim kurar bizimle, bizim-okuyucunun yorumuna açıktırlar; kuşkusuz tüm metinler için geçerlidir bu; ancak burada okuyucu anlamlandırma ve yorumlamanın ötesindedir, öznedir. Yeniden ele alandır. Metinle birlikte kendisine yönelendir. Sadece metin değil, ben gözden geçirilir, sorgulanır ve yorumlama nesnesine dönüşür. Okunan her satır okuyucunun kendisine-ben’e doğru attığı bir adımdır aynı zamanda.
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı belki de yazın tarihimizde kendine yapılan yolculuğu en iyi anlatan-aktaran metindir. İnanç sorgulamasıyla başlar yapıt ve inancın farklı yorumlarının kendini ifade edişiyle devam eder. Okuyucunun anlam arayışlarını ve yönelimlerini yüksek sesle tekrarlamasına, kendi sınamasına ve belki de yargıçlığına olanak sağlar. Okuyucu yeni inancı, kiliselerdeki resimlerin, ikonların kaldırılmasını benimsemeyen, onaylamak istemeyen keşiş Andronikos ile birlikte kendini ve yaşamını sorgular. Onunla birlikte adaya kaçar ve kaygılarını dillendirir. Keşiş İoakim ile farklı seçişlerin, belki de inançsızlığın kendisine bakar. Başka insanlarla, ötekiyle birlikteyken ve ancak söze ve eyleme döküldüğü an inanç yaşanabilir, anlam kazanabilir. Andronikos adaya kaçışıyla bunun ayırdına varır. Yeni inancı benimsemeyi reddetmiştir. İktidara, “dışardan içine uzanan ele” boyun eğmemiştir ve kaçmıştır. Kaçmakla boyun eğmeyi reddetmek özdeş miydi? Kaçışın kendisi de kabullenmek değil miydi? Neden orada kalıp o keşişlerin yüzlerine eski inanca bağlı kalacağını söyleyememiştir... Korku, yüz yüze gelmekten ve işkenceden... Eğer inancın gerekleri beni bu kadar korkutuyorsa inancımın yeterince güçlü olduğunu ya da inanıma inandığımı nasıl söyleyebilirim? Metin boyunca etrafında dönüp dolaştığımız soru bu.
Andronikos adayla birlikte kendisini tanır, attığı her adım kendine ve inanına doğrudur. İoakim’i şaşkınlığa uğratarak geri döner. ‘Kahramanlaşır’ mı İoakim'in gözünde. Neden geri dönmüştür?! Kahraman olmak için mi?! İoakim dönüşü anlamlandıramaz, saçma bulur. Andronikos'un inancın kölesi olduğunu düşünür. Kaçmakla zaten kahramandı, reddediciydi ya geriye dönmesi. Kahramanlığın, kahramanların olmadığı bir toplum özlemindedir İoakim; ne efendi, ne köle, ne de kahraman olmak... İsteği buydu-mümkün müydü, ya da seçtiği yol bu muydu?! Başka bir göz, başka bir bakış aynı suçlamaları kendisine yöneltemez miydi?!
“Ant içmemek” için geri dönen Andronikos’a verilebilecek en ağır ceza verilir: Konuş, anlat, durmadan konuş ve anlat. Bir süre sonra bu oyunu uzatmaya gerek duymaz, yemeği keser, yemez artık ve 9. günde ölür; anlatmaktan ölür, yorgunluktan. Aynı gün İoakim, işkenceden kurtardığı ve kendilerine sığınan, koruyup kolladığı, o an hastalıktan yiyemeyen tilkiyi öldürür. “Kimse açlıktan ölmemeli” der. Nasıl ölmeli, ne zaman ölmeli? İnsan en mutlu olduğu anda ölse-ölebilse, en mutlu olduğumuz anı diğer anlardan ayırabilecek yetiye sahip olabilsek.
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı ve Gece metinlerinde zaman kavramı doğrusal değildir. ‘An’ şimdinin, geçmişin ve geleceğin bileşkesidir. Bu iç içelik anımsama ya da umutların, kaygıların aktarılışı değildir. ‘An’da geçmiş tekrar tekrar yaşanır ve yazılır; farklı anlamlar yüklenerek, daha önce ayırdına varılmayan ya da görmezlikten gelinen bir ayrıntının gün yüzüne çıkmasıyla ve çağrışımıyla.
Gece, gündelik ritme dönüşen şiddet sarmalında inancın boğulmasını, belirsizleşmesini ve yok olmasını anlatır sanki. Gece’de mekan adıyla çağrılmasa da, Ankara olduğunu hissedersiniz; sokak anlatılarından, şehrin bitiminden, mahalle sınırlarının kır ile karşılaşmasından, her şeyin kontrol altında olduğu ve planlandığı duygusundan tanırsınız.
Gece’de sembol kullanımı daha yoğundur ve kapalı kendine dönük bir anlatım söz konusudur. İsimlendirmeler, çağrışımlar yoluyla ulaşır bize, önceki deneyimlerimizi yardıma çağırarak. Okuyucu yaşamı, o güne kadar yapıp-ettikleri, farkına vardıkları-varmadıkları ve anlamlandırma pratiği üzerinden katılır metne. Yazar-anlatıcı-okuyucu iç içe geçer. Yazar okuyucu ile tartışır. Gece-Gece Bekçileri, Gündüz-Güneş Hareketi imgeleri üzerine yapıt kurulur. Gündüz (güzel gelecek düşü-ütopya), gecenin bekçileri ve gece tarafından yok edilmek istenir. Bu düşmanlığa rağmen tamamen farklı oldukları da düşünülmemeli. Kimi anlar (zaman geçtikçe hemen değil), gündüz geceye evrilir, aynılaşır sanki. Gündüz’ü “temsil” ettiğini iddia eden öznelerin gece ile aynı yol ve yöntemlere başvurmasına yapılan vurgudur sanki. Gece, 80 darbesini önceleyen günlerde yazılmış, o dönem yaygınlaşan, kimi zaman kime, nereden, nasıl geldiği, belirsizleşen şiddetin tanıklığıdır bir haliyle. Gündüz’ü temsil eden onlarca öznenin birbiriyle kesişen, ayrılan, bazen birbirine yönelen parçalanmışlığın dışa vurumu; kendine, kendi içine dönen baskı, kendini boğma hali…
Zaman kavramı parçalanır Gece’de, kişiler parçalanır, toplum parçalanır. Olaylar belirli bir sistematiğe göre değil, rastgele akıyor gibidir. Buna rağmen okuyucuda, parçalanmışlığa rağmen bir bütünlük hissi uyandırır. Metinler yazış biçimlerinin yanı sıra, kullanılan ‘korku’ kavramıyla da yakınlaşır birbirine. Gececilerin ve gece bekçilerinin yaydığı korku ve şiddet, kuşku ve boğulma hissi giderek tüm toplumu içine alan bir sanrıya dönüşür. Korkunun etkisi yok etmek istediği güneş hareketini bile etkiler, oraya da sızar. “Bir anlamda herkes düşman, düşmanım. Düşmanımız. Örneğin kendi arkadaşlarımız, yandaşlarımız... İşkil, kuşku, yaşamımızın temeline koyduğumuz harç olmalı; yediğimiz ekmek, içtiğimiz su olmalı.” Gece tüm yapıta damgasını vurur. Karanlığın gizleyici oluşu, görünmez kılışı düşmanı ya da herkesi düşmana evriltmesi korkuyu daha da arttırır. Korku her şeyi belirleyendir artık. Metin, korkunun içimizden akıp gitmesine izin vermez. Orada kalır, Arafta bırakan bir duygu olarak.
Bilge Karasu, bize geçmişi yeniden değerlendirme olanağı sunuyor, anımsa diyor, başka bir gözle ve duyarlılıkla… Belleğimizi yeniden çağırıyor, tarihsizlik hissini azaltarak…
Bilge Karasu’ya sevgiyle...