| ISBN13 978-605-316-155-4 | 13x19,5 cm, 120 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Periler, s. 19-23 Perilerin kol gezdiği bir evi vardı babaannemin. Ben o evi dünyada hiç olmayan bir yer sanırdım da, yedi yaşında bakan gözlerimle, odalardan odalara geçerken tenime değen perilerin kara gözlerine bakardım. O evdeki zaman, sadece nabızdı. Zembereksiz, çevrimsiz, yelkovansızdı. Birçoğuna göre ürkütücü bir kadındı babaannem. Gün ışırken beyazlar içinde yatağından kalkar, bütün pencereleri açıp meleklere fısıldar, onları evin içine davet ederdi. Günışığının değdiği taşları öperken dünyayla kurduğu ilişkiyi sakınmasızca yaşardı yani. Kendi doğaüstü dünyasını yalnızca çocuklara inandıracağını bildiği için olsa gerek, bir tek bana gösterirdi perilerini. Hızır’ın ahşap döşemeyi gıcırdatan ayak seslerini dinletir, Albastı’nın iç gıcıklayan kahkahasından korkmamam için cesaret verirdi. Hiçbir ses duymazdım oysa. Duyduğumu sanır, duyuyormuş gibi yapardım. Kuşkularımı ustaca saklayarak çocukça bir zekâyla onu rahatlatır, bana teslim olmasını sağlardım. Böylece babaannemi daha çok dinleyebilir, her dediğini duyardım. Geceler boyu anlattığı masallarla, kendi imanının aynısını göğsüme ekmeye çalışırdı. Bir insana bakınca açlığını görmenin ince bilgisi vardı onda. İncirin karşısında incir, karanlığın içinde karanlık, suyun önünde su olmanın bilgisi. O bilgiyi merhametinden alıyordu. İmanıyla uydurukçuluğu birleşince olağanüstü bir dünya çıkardı ortaya. Evin mutfak penceresi evrene değil de babaannemin kozmosuna açılırdı o zaman. Mısır bahçelerinde gezinen hayvanların çıkardığı hışırtı, hep başka bir yerden gelen mahlukların çıkardığı gürültü olarak duyulurdu. Hayatın başlı başına bir tasarım; yaşanan her ânın bir izlenim olduğunu ondan öğrendim. Bunu öğrendim öğreneli hayat dönüşmeye başladı. Babaannemden ve “Git bir kusur işle, yeter ki sana yakışsın,” diyen annemden sonra, hayatıma giren bütün kadınların, açık yaralarla gezinen, aldığı yaraları kedi gibi yalayıp durmaktansa başka bir insanın acısını duymak için iyileştirmeye yeltenmeyen çok özel insanlar olduğunu fark ettim şimdi. Danilo Kis’in Ud ve Yara İzleri kitabındaki “Borç” adlı öyküde, ölmek üzere olan bir adamın son anlarında hatırladığı insanları sayması gibi ben de kadınlarımı sayıyorum içimden. Öyküdeki hasta adam, borçlu hissettiği her insan için iki krona ayırır. Ne var ki krona gibi bir para birimi olmadığı gibi, borçları da oldukça soyut, ele avuca sığmaz duyguların dökümüdür aslında. Andığı insanları ölüler diyarına götürecek olan Kharon’un kayığı için ayırmaktadır bu parayı. Benim kadınlarım ise doğdu doğalı cinnete ve cehenneme demir atmış, kimisi kendine yaraşır bir şekilde kendi ölümünü ölmüş, kimisi huzursuzluğun defterine yazmış ya da hayatıyla yazdırmış kadınlardır. Babaanneme duyduğum hayranlığın ışığında el yordamıyla bulmuşum onları. Sözgelimi bir dağım var benim, Sebahat. Dostluğun jandarmasız bir ülke olduğunu ondan öğrendim. Tomris’ten kinaye ile ironinin ince ayrımını, Ümran’dan acının değerini, Zeynep’ten görgünün edinilen değil içe doğan bir şey olduğunu, Yeşim’den sağduyuyu, Birhan’dan hakikatin süzülmüş olarak içimize doğduğunu, Sevengül’den insanın dönüşebilme gücünü öğrendim. Üstelik biz şairliğimizi, yazarlığımızı, oyunculuğumuzu, bilimciliğimizi, şirketlerimizi bir yana koyup soyadlarımız olmadan buluşmuştuk. Birbirimizin acısını çeke çeke merhamet duygumuzla bağlandık birbirimize. Bir kadın topluluğu uzaktan bakınca pek korkutucudur, biliyorum. Sinir bozucu kahkahalar atarak aşılmaz bir duvar örerler çevrelerine. Kendi özel dillerini yarattıkları için neye gülüp neye ağladıklarını kolay kolay anlayamazsınız. Mizah, hüzün, alay, öfke, argo, dans, aşk, onur, onların arasında gizli bir sözleşmeyle yeniden tanımlanmış ve ne yazık ki bunlar hayata karşı onları daha yabani ve çok daha yabancı kılmıştır. Kadınlar birbirlerini sevdikçe ister istemez uzağa fırlatılırlar. Egemen kalabalığın yüzeyselliği karşısında afallamaları bundandır. Tartışması bitmiş tartışmaların içine çekildiklerinde domuzuna susmaları da. Ama söz konusu merhamet olduğunda, bir kadının herkesten başka bir cümle kurduğunu, bu cümleyi kurarken dini, imanı, insan haklarını, özgürlük bildirgelerini, sözcük sözcük ölçülerek yazılmış manifestoları bir nefeste nasıl da aştığını görmüşsünüzdür. Yalın, kendiliğinden gelen bir bilmekle merhameti alır, yoğurur, tekrar içimize iteler. Toplum ondan ilenme, çığlık çığlığa yas beklerken, “Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim,” diyen Rakel Dink, üstünde hiç durmadığımız merhametin tarihine yeni bir harf düşmüştür aslında. İnsan ruhunun dünya okulundan devşirmesi gereken yegâne duygulardan biri olan merhamet, ruhsal bir yetenektir. Merhamet dini olarak tanımlanan Hıristiyanlığı kıyasıya eleştirmiş olan Nietzsche, merhametin insanı güçten düşüren bir etki yarattığını söylerken, Hıristiyan kültürünün içgüdüleri evcilleştirmeye çabalayan rejimine saldırmış, Hıristiyan ahlakını ölü bir ahlak olarak ele almıştı. Ona göre köle ruhlu insanlara ikiyüzlü bir ahlak benimseten bütün tek tanrılı dinler ortadan kaldırılmalıdır ki insan parıldayan içsel özleminin ışığında gerçek varlığını bulabilsin. Ne ki, kilise merhameti başka dinlerden ayıklayarak kendi mülkiyetine aldığı için olsa gerek, Nietzsche kendi hançeresinde temize çekmeye yeltenmek yerine onu papalığa iade ederek, merhameti salt Hıristiyanca merhamet olarak alımlamıştır. Bu arada Vatikan’la Nietzsche arasında polemik hâlâ sürüyor. Papa 16. Benediktus, “Tanrı Sevgidir” başlıklı ilk bildirisinde, kilise faaliyetlerinin merkezine merhamet ve sevgi temasını koyarken, Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin “eros” (yaşama içgüdüsü) kavramının Hıristiyanlık tarafından zehirlendiği görüşüne katılmadığını belirtmeyi ihmal etmedi. Ancak, nasıl ki Nietzsche bir papalık genelgesinde geçen iki cümleyle saf dışı edilemeyecekse, merhamet de Nietzsche’ye yaslanarak körü körüne yadsınamaz. Çünkü merhamet toprağa aittir. Güdüsel, saf ve yabanidir. Başkasının ıstırabını deneyimlemeye gerek duymaksızın o ıstırabı hissedebilme mucizesidir. Walt Whitman’ın “Kendimin Şarkısı” şiirindeki gibi, “Yaralı birine nasıl hissettiğini sormam, ben kendim yaralı biri olurum.” [1] Aşkın, zorbalığın, kıskançlığın, korkunun, kaygının tarihi varsa merhametin de vardır. İlkin bir görüye sonra değere dönüşen bu tür duyguların her çağa göre gösterdiği değişkenlik, kültür tarihi yazımının başat temalarından biridir şimdi. Örneğin, yüz yıl önce duyduğumuz ezan sesiyle şimdiki arasındaki fark, ancak politik değişimle açıklanabilir. Sesin uhrevilikten egzotikliğe doğru dönüşümü, sesin değil kulağın ideolojisini gösterir. İşte bu yüzden merhametin tarihini başka yerden yazmak gerekir belki. Yaşantının orta yerinde kimin, nasıl bir üslupla, hangi koşullarda merhamet gösterdiğine bakmalı. Linç kültürünün, şovenizmin, faşizan duyguların ayyuka çıktığı günümüzde merhameti dişil zihniyetten okumak, kaçınılmaz bir ihtiyaçtır bana göre. Söz konusu dişil erdem olduğunda içi bulananlar için daha çekici gelebilecek başka bir önerim var. Dileyenler bütün dişil erdemleri perilere bırakabilir. Beklesinler hayatı. Notlar [1] Walt Whitman: The Complete Poems, Penguin Klasikleri seçkisi, 2004, Song of Myself, 843. dize: “I do not ask the wounded person how he feels, I myself become the wounded person”. Metne dön.
|