Sema Kaygusuz ve Deniz Gündoğan İbrişim’in hazırladığı Gaflet: Modern Türkçe Edebiyatın Cinsiyetçi Sinir Uçları isimli derleme, Metis Yayınevi etiketiyle yayımlandı. Modern Türkçe Edebiyat’ın toplumsal cinsiyet rollerini, erkek egemenliğinin inşasını, iktidar dilinin yükselişini ve kadınların tüm bunların karşısındaki konumunun incelendiği kitap, feminist kuram üzerine yazılmış önemli makalelerden oluşuyor. 1950 sonrası edebiyatın cinsiyetçi sinir uçlarını incelerken, aynı zamanda “gaflet” e düşen erkek egemen topluma da yerinde bir eleştiri getiriyor.Kitaba katkıda bulunan yazarlar (İçindekiler sırasına göre) : Irvin Cemil Schick, Senem Timuroğlu, Merin Sever, Damla Tezel, Jale Özata Dirlikyapan, Fatih Altuğ, Sevcan Tiftik, Meltem Gürle, Özlem Öğüt Yazıcıoğlu, Tülin Ural, Şima İmşir, Ezgi Hamzaçebi, Erol Köroğlu ve Fatmagül Berktay."Cinsiyetçilik, ayrımcı bir sosyal yapıya doğan insanın plasentasıdır"Öncelikle bu kadar kıymetli bir derleme hazırladığınız için tüm okurlar adına teşekkür ederek başlayalım. Her bir makale farklı bir noktaya parmak basıyor. Bizler de hem Türkçe edebiyatta bir gezintiye çıkıyor hem de “cinsiyetçi sinir uçları” olarak adlandırdığınız yerlere dokunuyoruz. Sizleri böyle bir çalışma yapmaya iten sebeplerden bahseder misiniz?Deniz Gündoğan İbrişim: Kitabımızın fikri yaklaşık iki yıl önce 2017 baharında ortaya atıldı. Sema’yla benim zihnimizi sürekli meşgul eden meselelerin en çekirdeğinde, erk otoritesinin kamusal ve özelde giderek daha büyük bir şiddetle kristalleştiği üzerine konuşuyorduk. Erk otoritesinin kadını edebiyat kanonunda yok saymasını yekpâre algılayamayız. Bu yok sayma elbette milliyetçilik, militarizm gibi büyük anlatılara göbekten bağlıyken mizojiniyi, cinsiyetçiliği, homofobiyi, türcülüğü peşi sıra sürükler.
Gaflet bu bütünsel yok saymayı, metinde olamayanı özellikle Türkiye edebiyat kanonu üzerinden ele almaya çalışıyor.
Sema Kaygusuz: Deniz’in sözünü ettiği sürüklenmenin bir bakıma tersinden işlediğini düşünüyorum aslında. Tarihsel düzlemde en başta hayvan evcilleştirme ve hayvan sömürüsüyle türcülüğün, ardından cinsiyetçiliğin, derken yerleşik hale gelen zihniyetin üstüne milliyetçilik, ırkçılık, faşizm gibi yıkıcı zihniyetlerin kurulduğunu. Ama tabi, Deniz’in de söylediği gibi bugünün insanı bu süreçleri çoktan geçirmiş verili bir kültüre doğuyor. Yani ayrımcı, kavimci bir sosyal yapıya doğan insanın plasentasıdır cinsiyetçilik. Edebiyat metinleri zaman zaman bundan bağışık olamıyor.
Kitabın misyonu nedir? Bir eksiği doldurmak mı, farkındalık yaratmak mı? Yoksa gelecekteki edebiyatı “dönüştürmek” mi?Deniz Gündoğan İbrişim: Kitabımız ilk okumada veya tek bir okumada hemen ele avuca gelmeyen, çoğu zaman da görmeyi seçmediğimiz bir sessizleştirme/ötekileştirme poetikası ve politikası ile okuru yüzleştiriyor. Giriş ve önsözümüzde de belirttiğimiz gibi önce kendi gafletimizden başlamak koşuluyla kimi zaman örtük kimi zaman ise açıkça bağıran toplumsal cinsiyet odaklı bir ıskalanışa ses olmaya çalışıyor. Kanonun ve özellikle feminist bilinçle şekillendiğini de varsaydığımız metinlerin gafletini ortaya dökmekten çekinmiyor ve başka bir tanıma/tanınma halini talep ediyor. Bu anlamıyla yazarı ve metni tahkir etmeksizin geliştirilen bir eleştiri ve farkındalık, bir dönüşüme göz kırpma diyebiliriz
Gaflet için. Ve şunu eklemeliyiz ki edebiyat bağlamında feminist eleştirinin özellikle yirmi birinci yüzyılda kendine daha çok mesele edindiği ekoloji, hayvan temsilleri gibi konuların kitabımızda yer alması bir oluşu da gösteriyor.
"Gaflet hali sonsuza dek sürmeyecektir"Kitap için seçtiğiniz isimle devam etmek istiyorum. “Gaflet” kelimesinin etimolojisini anlatırken Fransızca “pot kırmak” olan gaffe’den geldiğini; Arapça’dan gelen “gaflet”in de “iğfal” le bağlantısından bahsediyorsunuz. Gafletin anlamı, göze inen perde, uyku ve iç görüyü engelleyen zihniyet olarak karşımıza çıkıyor, diyorsunuz. Gaflet kelimesini biraz açar mısınız?Sema Kaygusuz: Gaflet çok yüklü bir sözcük. Aymazlık, bilmezlik anlamına geldiği gibi, gerçeği görememek, dalgınlık, dikkatsizlik gibi katmanları var. Alevi-Bektaşi şiir geleneğinde gaflet sıklıkla göze inen perdeyle, can gözünün kapalılığıyla anlatılıyor. Uykuyla betimlenmesi rastlantısal değil, gözü açık bireyin iç görüsünü perdeleyen zihniyeti, yani yanılgının bilinçle kurduğu karanlık ilişkiyi çok iyi tanımlıyor. Uyuşukluktan başka, gerçeği idrak edememek gibi sert bir anlamı da var. Gaflet uykusundan aymazlığı, gaflete düşmekten ihtiyatsızlığı çıkarabiliriz. Sanıldığı gibi gaf gafletten türememiş. Büyük olasılıkla Fransızca pot kırma, kaba söz anlamına gelen gaffe sözcüğünden dilimize geçmiş. Arapçadan taşınan gaflet ise iğfalle bağlantılı. İğfal’in sözlük anlamı gaflete düşürüp yanıltmak, zor kullanmak, hileyle elde etmek, yaygın kullanımıysa tecavüz. Bu anlamda gaflet, eril zihniyetin, en hafifinden en şiddetlisine birçok özelliğini kapsaması açısından oldukça elverişli.
Deniz Gündoğan İbrişim: Sema’nın çok güzel açımladığı gaflet sözcüğünden şunu da çekip çıkarmak mümkün bana kalırsa. Dalgınlık, uyuşukluk, uyku içinde arada olmak, daraltılmış ve tek tip haline getirilmiş yaşamda arada konuşlanmak. Bu yanıyla da ilginç bir anlama göz kırpıyor. Gaflet hali sonsuza dek sürmeyecektir. Aradalık hali eninde sonunda kendini terk ederek bir keşif olayına yol verecektir.
"Bilim, sanat, edebiyat önemli bir sığınak ama elbette daima güvenilir değil"Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sının, kendine ait bir dile evrildiğini anlatıyorsunuz. İktidarın yaralayıcı dilinden bahsederken metinlerdeki cinsiyetçiliğe, gizli/aleni yapılan homofobiye, mizojiniye, türcülüğe karşı çıkıyorsunuz. Ayrıştırıcı dilden bütünleştirici dile nasıl geçebiliriz?Deniz Gündoğan İbrişim: Toplumsal gerçekler ve deneyimler, edebiyatın kendi toplumsal bağlamı çerçevesinde dil, biçim, tür, kurgu imkânları sağlar bize. Bu imkânların içinde temsile tam anlamıyla izin vermeyen toplumsal cinsiyet rolleriyle örülmüş içkin sınırlarımızın bulunması kaçınılmazdır. Biz kendimize sığınacak dil ararken bu sınırları anlayıp tanıyabilmeli, onlarla kıyasıyla didişebilmeli ve en önemlisi onların iplerini salabilmeliyiz. Örneğin şiddet, yıkım, savaş, soykırım gibi meselelerde mağdur temsilinden sıyrılabilen ve özgürleşen öznenin her türlü tahakküme karşı kuracağı dil, cinsiyetçiliğe ve faşizme direnen bilgi için son derece önemlidir. Toni Morrison 1993 Nobel Ödülü Konuşması’nda dilin kan içtiğinden, kırılganlıkları yalayıp yuttuğundan, faşist ayaklarıyla tüm saygınlığa tekmeler savurduğundan bahsetmiştir. Cinsiyetçi, ırkçı (ben burada Morrison’a eklemeye yapayım türcü) bir dil tanrıcılık oynayan bir dildir demiştir. Tam bu noktada bizim farkındalık sanatını— yani dikkat kesilmek, sezmek, duyumsamak, ayrıştırmak, hikâyelemek — icra etmemizi anlamlı buluyorum. Farkındalık sanatıyla tanrıcılık dilini reddederek dili yeniden kurabilme gücünü önemsiyorum. Bu gücün cinsiyetlendirilmiş, ırk, etnisite üzerinden belirlenmiş ve doğal addedilmiş ötekiyle olan ilişkiyi, dolayısıyla dili de dönüştüreceğini umuyorum.
Sema Kaygusuz: Evet, bu tanrı diliyle dile kulluk da etmemek gerekiyor. Dilin bizi evcilleştirmesine, dünyaya alıştırmasına izin vermemeli. Bu noktada en büyük içsel dayanak dilden kuşku duymak. Onu yadırgamayı öğrenmek gerekiyor. Bilim, sanat, edebiyat önemli bir sığınak, ama elbette daima güvenilir değil.
Damla Tezel’in makalesinde İhsan Oktay Anar’daki kadın yokluğu inceleniyor. Bu makaleyi okurken zihnim birçok farklı yazarın eserlerinde geziniyor. Özellikle sesi doğudan yükselen yazarlarımıza çoğu zaman yöneltilen bir soru bu, “eserlerinizde kadın neden yok,” dediğimizde çoğunun bunu bilinçdışı yaptığına şahit olabiliyoruz. Yabancı yazarlardan da aklıma ilk gelen Tolkien oldu. Burada “kadını bilinçli dışlama” mı söz konusu, görüşlerinizi merak ediyoruz.Sema Kaygusuz: Damla Tezel adına onun yazısını konuşmak doğru olmaz. Sadece yazıyı tanıtmakla yetinelim. Damla Tezel yazısında İhsan Oktay Anar’ın romanlarındaki kadın temsillerini ve bu temsillerin vardığı kadınsızlığı nasıl işlediğini saptamaya çalıştı. Biliyorsunuz yazar vaktiyle bu kadınsızlık eleştirisine karşı şöyle bir yanıt vermişti: “Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama ‘zebra’ da, ‘bengal kaplanı’ da, ‘guguklu saat’ de yok.” Damla Tezel’in yazısı bu temel bakış üzerine genişleyen bir inceleme, şimdi burada uzun uzadıya tarif etmek çalışmasına haksızlık olur.
Deniz Gündoğan İbrişim: Buna ek bir de şunu söylemekle yetinelim. Kitabımızda ortak edebi müdahale olarak şunlar ön plana çıkıyor: Söylem ve iktidar mekanizmalarının kurduğu/kuramadığı kadın özneler, özne-iktidar-faillik kavramlarının temsil üzerinden sorunsallaştırılması. Anar’ın romanlarındaki kadınsızlık işleyişi de bu noktalardan başlayıp serpiliyor.
"Erkek kaygıda kendini buluyor ancak yine kaygıda kendini yitiriyor"“Erkeğin yittiği yerde kadın da yiter, işte o zaman yeni bir yaşam biçimi mümkün olur,” diyen Zeynep Ergun’un makalesinden alıntı yapıyorsunuz. Kadın, erkeğin kurguladığı dünyada yaşamaya mahkum mu? Yoksa toplumsal cinsiyetten uzak (hatta cinsiyetsiz) yeni bir yaşam biçimi mümkün mü, görüşünüzü öğrenmek isterim.Sema Kaygusuz: Erkeğin yittiği yerde hakkında bulabildiğim tek makalenin Ferit Burak Aydar’ın Feminist Bir Başyapıt yazısı olduğunu düşünürsek, erkeklik bahsi Türkçe feminist literatür düzleminde öyle kolay kolay ilerlemiyor. Kitabın şu an için yalnız bir başyapıt olduğunu belirtmek gerek. Son dönem romanları üzerinden erkeğin muktedirlik ve liderlik çabasını, ikilikler üzerinden kendini var etmenin verdiği derin kaygı ve yıkıcılığı kelimenin tam anlamıyla metinleri magmasına kadar okuyarak işlemiştir Zeynep Ergun. Fallik bilinç ne de olsa önce sahibini tehdit eder. Kitapta geçtiği gibi “Korku, ölüm ve kader reisin düşünce dizgesindedir” çünkü. Bu dizgede Zeynep hoca eşitlik dizgesinin bir açmaz, bir eril tahakküm kurgusu olduğunu hatırlatır. Bu anlamda cinsiyet eşitliği dizgeye uyum sağlamak olabilir. Ben kişisel olarak yaşadığım eşitlik tartışmalarında “ben seninle eşit olmayı reddediyorum, sen benimle eşit ol” diye bir önlem alırım örneğin. Cinsiyet mahkum olduğumuz bir kalıp olmaktan çıkıp özgürlükçülüğe açık hale gelinceye dek –ki bu cinsiyetsizlik anlamına gelmiyor tam olarak- erkeğin yittiği yeri bulmamız gerekecek.
Deniz Gündoğan İbrişim: Zeynep hoca erkeğin yittiği yer’de erkeğin varoluş yolculuğunu incelerken erkeğin ilkin kaygıda kendini bulduğunu ancak yine kaygıda kendini yitirdiğini söylüyor. Sema’nın da değindiği üzere eşitlik dizgesi eril varoluş kaygısı için araçsallaştırılıyor. Tam da bu noktada kadın nesneleştiriliyor. Bu tür bir nesneleştirmeye izin vermemek için bu yitişin aslında bir doğum olduğunu düşünüyorum. Foucault’un ilan ettiği insanerkeğin (beyaz burjuva, heteroseksüel ve Avrupalı erkek) ölümü ile gelen bir yaşam biçiminden bahsedebiliriz burada. İkili karşıtlıkların ötesine geçen, evrensel aklın insan erkeğini dünya tarihinin merkezine yerleştirmiş epistemik şiddetin ve hümanist kibrin altını oyan varoluş biçimlerini kesinlikle düşünmemiz gerek.
Tanzimat dönemi romanlarından Cumhuriyet dönemine ve hatta yirmi birinci yüzyıla kadar uzanan romanlara baktığımızda romanlarda kadınların intihar ettiğini görüyoruz. Oysa istatistiklere bakınca intihar oranı erkeklerde daha fazla, kadınlar teşebbüsle sınırlı kalıyor. Edebiyatımızda hâkim olan “kadın acı çeker ve ölür” zihniyetini kırmak için neler yapmalıyız?Deniz Gündoğan İbrişim: Sadece Türkçe edebiyatta değil, Batı kanonuna baktığımızda hemen birkaç saniye içinde aklımıza ilkin Shakespeare’in
Ophelia’sı, Tolstoy’un
Anna Karenina’sı, Flaubert’in
Emma Bovary’si gelecektir. “Kadın acı çeker ve ölür” zihniyetine karşı feminist eleştiri kadınların konuştukları dilin büyük ölçüde erkekler tarafından biçimlendirilmiş olduğu, bu dilin kadınları erkek egemen ideolojiler tarafından tanımlanmış özne konumlarına hapsettiği iddiasıyla ortaya çıkmıştır zaten. Bu şekilde norma tabii kılınmaktan başlarsak eğer, şunu sorabiliriz: Yaşam içinde nasıl özne haline geliyoruz? Norm baskılayıcıdır, çoğu durumda baskının kendisidir. Bilgiyi sınırlar. Ama aynı zamanda Judith Butler’ın
Cinsiyet Belası’nda da özellikle vurguladığı gibi tuhaf ve rahatsız edici derecede yaratıcıdır da. Disipline edici bir denetleme edimi olarak ortaya çıkan kadın acı çeker zihniyeti karşısında ne tür yaratıcı hitap biçimlerinin tesis edileceği konusunda düşünmeyi anlamlı ve dönüştürücü buluyorum. Bu biçimlerde bireyselin ötesine geçerek nasıl ısrarlı olunacağını, nasıl yeni ittifaklar kurulacağı statükonun yazgısını da belirleyecektir.
Sema Kaygusuz: Bir şey daha var, kadının felaketini kadersel bir öz haline getiren pek çok anlatı, eril tahakkümün kendini dayattığı bütün minör grupların yaşadıkları felaketi kendilerinden kaynaklı bir nedene mıhlar. Sanki hayvan salt hayvan olduğu için eziyete açıktır, ya da orman salt orman olduğu için yakılabilir, mülteci yersiz yurtsuzlukla damgalanabilir. Oysa erk bir fail olarak tahakkümü icat eder. Ben kendi adıma kötülüğün icat edilen bir edim olduğunu düşünürüm hep. Gelgelelim kötülüğü, baskıyı, tahakkümü doğallaştıran her bakış mucidin bütün yapıp etmelerini sonu gelmez kurban anlatılarıyla perdelediğinin ayırdında değildir. Anlatılarda açlıkla aç bırakan arasındaki ilişki puslanır istemez. Açlıkla, aç birleşir. Günümüzde mağdur kadının tecavüzle bitişmesi kültürün hoyrat bakışında katılaşır. Gerçekte bir tecavüz varsa bir de tecavüzcü vardır, bir cinayet olduysa cinayet mahallinde kurbandan önce bir katil vardır, bu ince odaklanmaların ne kadar yaşamsal öneme sahip olduğunu anbean öğreniyoruz.
"Dilin büklümleri kadın-oluş anlarında ortaya çıkar"Kitabınızda minör grupların ve minör edebiyatın da ataerkilden dışarı çıkma çabasına yer veriyorsunuz. Gilles Deleuze, “her oluş önce kadın oluşla başlar,” der bunun izini Minör siyaset ve edebiyat üzerinden sürdürdüğümüzde ne görüyorsunuz?Deniz Gündoğan İbrişim: Deleuze ve Guattari,
Bin Yayla adlı ortak çalışmalarında “kadın-oluş” kavramını ortaya attıklarında, devlet-resmi söylemi karşısında çatallaşan anlatılar, çoklu söylemler ve farklılaşan hikâyeleri de ima ederler. Kadın-oluşu yaşamın sirayet ettiği ve uzandığı her yere götürürler…
Sema Kaygusuz: Dilin büklümleri de bu “kadın-oluş” anlarında ortaya çıkar.
Deniz Gündoğan İbrişim: Dolayısıyla daha bütüncül, yepyeni bir düşünme tarzı ve eyleme gücü olarak düşünülür kadın-oluş. Aslında bir yaşam paradigması olarak da görüyoruz kadın-oluşu. Bunu Deleuze’ün yine
Bin Yayla’da ve diğer eserlerinde edebiyat üzerine söyledikleriyle birleştirmemiz anlamlıdır. Deleuze’e göre edebiyat “asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir”. Yani edebiyat yarattığı oluşumlar ile düşüncede yer alan kuramsal ve pratik arasındaki çatlağı ortadan kaldıran bir tecrübedir. Minor siyaset ve edebiyatta dar alana hapsedilerek dilsizleştirilen, yersiz yurtsuzlaştırlan öznenin yaşam alanını bu oluşlardan geçerek çoğaltabildiğini görebiliriz mesela. Bir başka şeye dönüşme arzusu, metamorfoz, yeni bir kartograf yaratma gibi anlatısal müdahalelerden bahsedebiliriz. Ancak kadın-oluşun da kimi zaman feminist kuram ve hareketin eleştirdiği eril bakışı göz ardı ettiğini söylemeden edemeyiz. Biraz zorlayıcı görünse de kadın, hayvan ya da bitki biçimlerinden de sıyrılıp yepyeni bir ilişkiye göçüp yerleşmenin tecrübesini arayabiliriz.
Sema Kaygusuz: Baktığın her şeyin yerine söz almak sözgelimi. O’nun yerine geçmeden o’na dil döşemek. Ama elbette alışılagelen her betimi o dilsizliği deşifre edebilmek için kıyasıya parçalamak gerekiyor.
Rosi Braidotti’nin post-insan incelemelerine yer veriyorsunuz, eril tahakkümü, eril öznenin düşünce sistemini ele geçirmesini, fallosentrik dili eleştiren kuramcılar Judith Butler ve Julia Kristeva’dan bahsediyorsunuz. Eril arketipleri reddeden, onları yapısöküme uğratıp yeniden kuran kuramcı ve yazarlarımız var. Aralarından hangilerine düşünce olarak daha yakın hissediyorsunuz? Yetmişli yılların Fransız feministleri mi, queer düşünürler mi, yoksa post-queer düşünürler mi?Deniz Gündoğan İbrişim: Ataerkillik eleştirisi biçimde ortaya çıkan feminist söylemler ve sonrasında 197o’lerde cinsiyet eşitsizliğini politik bir konu olarak ortaya koyan kuramlardan devşirdiklerimiz hâlâ kıymetli. 1980’lerden başlayarak 1990’ların en çok tartıştığı konu olan parçalı, çoğul iktidar anlayışı içinde feminist hareketinin bağımsızlığı da aynı şekilde kıymetli. Eril arketipler ile modernite sınırlarının sorgulanmasına başlanılması en coşkulu haliyle bu dönemlere denk geliyor. Ancak feminizmin ortak bir kimlik politikası etrafında örgütlenişinin açmazları önümüzde duruyor. Dolayısıyla beden-özne-faillik meselelerini güncel tutan, öznenin farklı konumlanışıyla birlikte her tür canlı cansız, tinsel maddesel faillik ihtimallerini tartışan kuramları özellikle küresel kapitalizmin en şiddetli yaşandığı bugünde önemsiyorum. Bu anlamda doğa ile kültürü, insani olan ile insani olmayanı, organik olan ile teknolojik olanı, tarih ile miti en beklenmedik şekillerde bir araya getiren düşünürlere sanırım daha yakın hissediyorum.
Judith Butler, Çin’de düzenlenen bir konferansın isminin “Kadın İnsan Hakları” olmasını eleştiriyor ve kadını insan tanımından sıyırdığı gerekçesiyle “kadın” kelimesinin kullanılmamasını öneriyordu. Bu örnekten yola çıkarak öznel bir soru sormak istiyorum. Türkiye’de gündemimizi epey meşgul eden şair/kadın şair; yazar/ kadın yazar meselesi hakkında görüşünüzü merak ediyorum. Yazar cinsiyetsizleşmeli mi, kadın vurgusu elzem mi?Sema Kaygusuz: Doğrusu kendimi kadın, yazar, insan kategorilerine ayırmadım hiç. Bunları farklı ya da bileşik yapılar olarak da görmedim. Kimi zaman yataktan insan olmayan, ya da kadın olmayan, çoğu zaman yazar olmayan birisi olarak uyandığım günler oldu. Butler’in bağlamı ‘kadının insan hakları’ kategorizasyonuyla ilgili olmalı, ki haklı. Kadının haklar bahsinde insanlaştırılmasını geri bir hamle olarak görmüştür, diye okuyorum onun itirazını. ‘Kadının insan hakları’ denklemi, kadını insanımsı gören kafa yapısını gizliden gizliye meşrulaşmıştır oluyor.
Deniz Gündoğan İbrişim: Sanırım Butler’ın itirazı “insan” sözcüğünün yükünde gizli. İnsan kategorisinin hukuki iktidar tarafından belirlendiğine vurgu yapıyor. Hukuki iktidar istikrarlı bir kadın kategorisi yaratıyor. Feminist hareketler kadın kategorisini kullandıklarında bunu yeniden üretme riskini de taşıyorlar. Halbuki burada kadın sözcüğü istikrarlı bir kategoriye veya kimliğe sığmıyor. Hangi kadın veya biz kimiz/neyiz soruları önemli. Her birimizin dünyayı tecrübe etme biçimlerinde aynı anda farklı düzlemleri ve çerçeveleri düşünmemiz grupların homojenleştirici etkilerine yönelik keskin bir eleştiri aslında.