İbrahim’in Beni Terketmesi adlı kitabınızdan bir dize: “Bir oğul önce ölümündür.” Peki şiir? Bir şiir önce kimindir?Şiirin sahibinin kim olduğu sorusu, varlığımızın kaynağının ne olduğuyla sorusuyla ilişkili. Varlığın kaynağıyla şiirin kaynağı dolayısıyla sahibi aynı. Varlığımızın kaynağında ne var? diye sormayan şiir eksiktir. Şiir imgeler, semboller aracılığıyla bu soruya yanıt arar. Kelimeleri saf duyuşun aracı haline getirir. Şiirin yazıldığı andan itibaren şairine dahi yabancı olma nedeni budur. Şairin kişisel deneyimi şiirdeki imgeleri anlamaya her zaman yetmez. Şiire anlamını ve derinliğini veren budur. Kainat karşısında kendi varlığını şiddetle duyan ve anlamlandırmaya çalışan insanın arayışından doğar şiir. Taşı saf taş olarak, karanlığı karanlık, ışığı ışık olarak duyduğun ve görünen şeylerin üzerindeki anlam katmanlarını açtığın yerde oluşur. Bir oğul önce ölümündür dizesi de varlığı aslına iade etme, bu sayede kederini derinden yaşayarak ölümle dahi barışmanın ifadesi.
“Ve Melekler Sağ Omuza Konar” adlı şiirinizde melek, doğumun karanlık ve ölümle çevrili olduğunu anlatıyor. Bu kitabın şiirleri nasıl doğdular, nelerle çevrilmişlerdi?Doğum kaynaktan kopmakla ilgili olduğu için ilgimi çekiyor. Bir eksilme olduğu halde bir tamamlanmışlık yanılsaması yaşatır. Mucizesi belki de karanlık ve ölümle çevrili olmasındadır. Altı yıl uzun bir süre ama beklendiğine göre bir anlamı da olmalı. Bu zaman boyunca üzerinde çalıştığım başka bir şiir vardı. Bazı bölümlerini geçtiğimiz yıl Garaj İstanbul’da okuduğum şiiri bekliyordu yayıncım. İbrahim şiiri onlar için de sürpriz oldu. Son altı yılda beni zaman zaman yoklayan bir sesin, kontrolümde olmayan bir şiddetle geçtiğimiz yaz sonu kendini hissettirmesiyle yazıldı bu şiirler. Varlık sorusuyla meşgul bir ruhun, zihnin karşılaştığı bir şiir diyelim.
Dini motifler kitabınızdaki şiirlerin doğumlarının neresinde durdular? Şiirimde dinsel semboller dindeki geleneksel anlamıyla yer almıyor. Bu anlamda dinin içinden değil ama kaynağından konuşuyor. Onun sembol repertuarını kullanmıyor, kendi repertuarını yaratıyor. Ve bunu yaparken hiçbir aracıya başvurmadan, salt kalbi bilgiyle yaklaşıyor gerçeğe. Burada mutlak vicdanın gerçeği arayışı var. Yüzeysel bir tasavvuf sembolizmi ya da mistisizm yok bu kitapta. Ama çok şiddetli bir tanrı, varlık algısı var. Üstelik bunu yaparken vicdanın bilgisi dışında bir bilgiye sığınmıyor. Şiirle ilgili böyle bir tanımlama yok ama bu şiirleri Hanif inanışın şiiri, ya da daha açık ifadeyle bu şiire Hanif Şiir denemek doğru olabilir diye düşünüyorum. İbrahim’i seçmem böyle de okunmalı.
“Yaratılmış olmaktan hayret duyan ay ve güneş”in diyorsunuz… Sizin deyişinizle “çocukluğun uzayında”, “yaratılmış oluşunuza” ilk hayret ettiğiniz anları hatırlıyor musunuz? O hayret ediş bugün de sürüyor mu?Biz ne öğrenirsek çocukluktan öğreniriz. Büyümekle üzerine fazla bir şey koyduğumuzu da pek sanmıyorum! Çocukluk belki de hayret duygumuzu bize çok canlı bir biçimde yaşattığı için değerli. Sonra kaybediyoruz. Şairler ırklarının çocukluk öncesi bilinçaltıyla düşünür. Ve referans noktası her durumda çocukluk manzarasıdır. Çocukluktan hatırladığı sesler, kokular imgelemini belirler. Bunları hatırlayabildiğimiz sürece şiire yakın oluruz. Çünkü kaynak orası. Benim her durumda hatırladığım Proust’un madleni benzeri tatlar, görüntüler, sesler elbette var… Bir vadi hatırlıyorum mesela adına çok sonra “hayret vadisi” demiştim. Dedemin üzüm bağında derin ağaç köklerinin sarhoş eden ceviz kokusunun başımızı döndürdüğü bir sabah hatırlıyorum. Hâlâ bugün bir ormanda yürürken ne zaman derin ağaç kökleri görsem ağlarım. Şiir oradadır çünkü. Hâlâ çarpan bir kalp gibi kendini duyurur. Başka manzaralar elbette var. Gökyüzü var mesela. Civadan bir karanlığın sarmaladığı uzak yıldızların kalbimi kainata açtığı o çocukluk gökyüzü. Üç yaşında ölümle karşılaşmam var sonra. Annemle köyümüzün dışındaki tarlalardan yürüdüğümüz bir gün uzaktan seslenen bir köylünün elinde tuttuğu bir kafatasını “Bakın bu bir Ermeni’nin kafatası” diyerek bize doğru uzattığı ve benim annemin eteğine yapışarak “Anne biz de böyle olacağız, biz de böyle olacağız” diyerek ağladığım bir yaz günü. Üç yaşındaki bir çocuğun verdiği tepkiden fazlasını verdiğimi ve bütün gün ağladığımı annem bugün de hatırlar. Belki de hâlâ onun şirini yazıyorumdur kimbilir. “Anne biz de böyle olacağız”ın şiirini. Vicdanın şiirini.
Şiirlerinize de aynı hayretle baktığınız oluyor mu? Şiir aynı hayreti yaşatmıyorsa zaten eksiktir. Çünkü doğada üzeri örtülü olarak varolan hakikatin insan ruhuyla ilgili olduğunu bize ancak şiir hissettirir.
“Bir şair öldüğünde bir dil Tanrı katına yükselir,” diyorsunuz. Kendi şiirinize baktığınızda ruhunuzu görebiliyor, görmek istemediklerinizle karşılaşıyor musunuz?Ben şiirin köklerinin varlığımızın çok derinlerinde o varlığın anlamıyla bağlantılı olduğunu düşünürüm. Şiir gündelik dilden uzakta kurar kendini. Oradaki her kelime dilden alınıp bir ilk anlama kavuşur. Şiirime baktığımda beni şaşırtan tanıdık bulmadığım çok şey var. Ama hangimiz aklımızın kavradığı, kabullendiğinden ibaretiz ki. İnsan her durumda görünenden, gösterilenden daha fazlasıdır. Çünkü ruhun alanındadır.
“Şimdi senden önce başlayan / Her acının üstesinden gelmek / Senin acılarına bakmakla olacak.” Bu dizelerin ışığında Türkiye’nin acılarına baktığınızda neler görüyorsunuz? İnsan ne öğrenirse kederden öğrenir. Neşenin doğası gereği derinlikle ilişkisi olamaz. Kadim gelenekte de böyledir. Hüzün bilginin, aydınlanmanın kaynağı olarak görülür. Var olan acılarla nasıl ilişki kurduğumuz o acıya biçtiğimiz değeri gösterir. Bir acıyı vakarla taşımanın o acıyı hakkıyla hissetmekle ilgili olduğunu düşünürüm hep. Böyle düşününce de bu toprakların acılarına baktığımda modern, post modern ya da güncel acılar değil tarihte biriken ve tüm insanlığa ait olan acıdan konuşmak anlamlı görünüyor bana. Var olan acıları kadim olanla ilişkilendirmek anlamlı. Acının insan hayatında ve toplumların hayatında esas olduğunu bilmek onunla kurulan ilişkiyi bugünden kurtarıp derinleştirir.
Türkiye’nin en acı anılarından biri olan Maraş katliamının kişiliğinizde belirlediği dönemeç, şiiri duymanızda nasıl etkili olmuştur sizce? Maraş katliamı yaşandığında 10 yaşındaydım. Ateşin ortasında olmadığımız halde olanların bütün ağırlığını hissettik. Tanıdıklarımız vardı öldürülenler arasında. Orada birileri birlerini yok ediyordu ve biz çaresiz bekliyorduk. Şiirimde sıklıkla kullandığım bazı imgelerin bu tanıklıktan kaynaklanabileceğini henüz fark ediyorum. Onca kan, kesik başlar, kör bir Maraş bıçağı başka neyle açıklanabilir? Tanıklık etmenin ağır bir sorumluluğu var. O tanıklıkla ne yapacağınız, o acıyı hayatınızın neresine koyduğunuz sizi en fazla anlatan şeydir. Yaşanan acıyı bir intikama dönüştürmeden ama asla unutmayarak yaşamak. Hz. Ali’nin kızı Zeynep bu tavrıyla benim kahramanımdır. Bir yası taşımayı o kadar güzel bilmiştir ki. Bugün Kerbela hatırlanıyorsa onun sayesindedir. Onun yaslı bir kız kardeş olarak şehir şehir dolaşıp kardeşlerinin katlini anlatmasıyla. Yaslı bir kız kardeş olmak belki de benim seçimim.
Ya Madımak Oteli’nde diri diri yakılanlar?Tarihte bir kez katledilmişseniz eğer o hafıza kendini her durumda yeniden üretiyor. Kerbela acısının, yas ritüelinin Alevilerin hafızasında tuttuğu yer Sivas’la yeniden canlandı. Böyle olunca Sivas’ta göründüğünden daha büyük bir ateş yandı o gün. Kalplerde çook daha alev alan bir ateş. Sivas’ta yaşanan akıl tutulmasından, duygusal kilitlenmeden öğreneceğimiz çok şey vardı. Ama öğrenebildik mi emin değilim. Katil, kurban denkleminin göründüğünden daha karmaşık bir denklem olduğunu bilmek ne yazık ki çare değil.
Türkiye’nin acılarına köşe yazılarınızla da bakıyorsunuz ve bu yazıların yayınlandığı gazeteyi neden seçtiğiniz sıkça sorgulanıyor. Sizse “birbirinize aynı şeyleri söyleyip duracağınız” bir mecraya yeğlemekle açıklıyorsunuz seçiminizi. Peki, seçtiğiniz mecrada, tırnak içinde, aristokrat elastikiyeti gibi bir şeye maruz kalmaktan çekinmediniz mi hiç? Bu toplum için aristokrat burjuva gibi tanımları fazlasıyla naif buluyorum. Bu tanımların içini hakkıyla dolduracak sınıflar olduğuna da ihtimal vermiyorum bu ülkede. Bunu geçelim. Benim Zaman’da neden yazdığım kadar Zaman’ın bana neden yer verdiği de önemli. Sanmıyorum ki o çok kullandığımız çoğulculuk kaygısı onları bu tercihe itmiş olsun. Onlar da farkındalar. Evet farklıyız. Çoğunlukla toplumdaki zıt kutupları temsil ediyoruz. Ama aynı ülkede yaşamaktan kaynaklanan ortak bir yanımız var? Bu ortaklığı büyütmeye, yeşertmeye değmez mi? Bana göre bu ülkede yaşamak, buraya memleket demek yeterli. Alevilerin ve Kürtlerin siyasal arayışlarına şerh koyan sağ muhafazakâr kesimlerin düşüncelerinde küçük bir değişim sağlamak bana önemli göründüğü için Zaman’da yazıyorum. Bir gerilla annesinin acısını anlayan, hisseden bir Zaman okurunun varlığı bu ülkenin en önemli sorunu olan Kürt sorununa ne katkı sağlar ona bakmamız gerekiyor.
PKK’lıların cenazelerine DTP dışındaki partilerden de katılım olmasını umut ediyorsunuz. Diğer yandan, “barış” sözcüğüne saklanan savaş tınısını bile işitip sorguluyorsunuz. Birbirlerinin cenazelerine katılsalar, böyle tersine tınılar da yükselmez mi o katılımlardan? İnsan kendisi ile ilgili en derin doğruları ancak bir ilişki içinde öğrenir. Bu aşkta da böyledir. Toplumların hayatında da. Kutuplaşmaların yaşandığı bir ülkede neyi konuşacağız. Çözüm olacaksa ancak ilişkiden doğar. Tersi yok saymaktır ve yok saydığınız hiçbir şey yok olmaz, sadece üzeri kapanır. Günü geldiğinde patlamak üzere bekler. Halbuki kapıları kapatmadan karşımızdakine, düşman bellediklerimize bakabilsek onların da acıları, yaraları olduğunu görecek belki kalbimizi o acıya açacağız. Bir yası paylaşamayacaksak, bir yasta dahi kalplerimiz buluşmayacaksa nerede buluşacağız? Bu toplumun geleneğinde yasta buluşmak, düğünde buluşmaktan hep daha değerli oldu. Bir insanın iyiliğini anlatmak için “kara gün dostu” demez miyiz?
Amerika’dan ve “laik azınlık”, “laik elitistler” gibi yakıştırmalardan başlayarak, yabancıların Türkiye hakkında bu kadar ileri geri konuşmaları karşısında ne hissediyorsunuz?Türkiye dünya ile entegre bir toplum mu, değil mi? Önce bunun cevabını vermemiz lazım. Cevap evetse dünyanın onun hakkında söyleyeceği hiçbir şey ileri geri olmaz, o ilişkinin neticesi olur. Burada bir tür ikiyüzlülük görüyorum. Dünyadan herhangi olumsuz bir yorum duymak bu kadar rahtsızlık veriyorsa, destekleyici, olumlu yorumlar karşında bir sevinç duymak neden? Değeri dışarıda aramakla ilgili tüm bunlar. Türkiye ne batıdan olumlanınca var olur ne de yerilince yok olur. Sahiden kendi olduğunda, “entegre olursa zarar görür” paranoyasından da kurtulur diye düşünüyorum.
Biraz da aşktan söz edelim… “Barış” ve “savaş” sözcüklerindeki gibi, aşk en çok hangi sözcüklere saklanmış olarak çıktı karşınıza?Aşk bir kez olduysa doğası gereği hiçbir şeye saklanmaz. Her şeyi kendine benzetir ve dönüştürür. Dolayısıyla şiire giren bütün sözcükler en nihayetinde aşkın alanındadır. Şiirde her patika, her yol aşka çıkmıyorsa o şiirde bir yetersizlik aramak gerekir.
Bir şairin size yazdığını söylediği bir aşk şiirini ciddiye alır mıydınız? Ya da nasıl bir şiir olsa içindeki aşkı ciddiye alırdınız?İyi şiirin kendini ciddiye aldırmakla ilgili sorunu olmamalı. Konusu aşk ya da değil. İyi şiir en sıradan duyguyu dahi insanın kozmostaki yerini kerteriz alarak bir anlama kavuşturur. Yok eğer aşk şiiri adına genel geçer duygulardan, acının hakikatine değmemiş sıradan hislerden söz ediyorsak, -ki buna pembe güller ve tatlı günbatımları da dahil- öyle bir söz diziminden bırakın maşuka, âşığa da bir fayda doğmaz.
Şiirinize dönersek… İbrahim’in Beni Terketmesi’ndeki en çarpıcı dizelerinizden biri “Bir taşın işlediği yakınlık” bence. Durdukça, okudukça neyi işlemesine uğraşıyorsunuz şiirinizin? Vicdan kelime olarak bile yok hayatımızda… Şiirim insan olmaya, hakikate ait bir farklı duyuş yaratabilsin isterdim. Elbette zaman gösterecek durdukça neye dönüşeceğini. Ama vicdan yaratan bir şiir yazmış olmak en azından hayal edilebilir.