Fahri Öz, "Sema Kaygusuz’dan Yaralı İnsan Öyküleri", Post Dergi, 16 Şubat 2016
Sema Kaygusuz’un öyküleri yeni bir kitap değil; ilk basımı ta 2002’de yapılmış. Bir arkadaşımın ısrarla Kaygusuz okumamı salık vermesi üzerine gözüme kestirdiğim en ince sırtlı kitaplarından birini aldım. Şanslıymışım, Sema Kaygusuz keyifle okunan, derinlikli, biçemsel açıdan esnek, zengin öyküler kaleme alan bir yazar. Doyma Noktası farklı anlatıcılar, bakış açıları ve anlatım tarzlarına başvursa da başlığında yer alan ‘doyma’ sözcüğüne ek olarak doyum, doygunluk ve ölüm izleklerine sadık bir kavramsal öykü derlemesi.
Genel bir gözlemle başlayalım: Kaygusuz yazı aracılığıyla nesnelerle ya da insan-dışı doğayla çarpıcı bir ilişki kuruyor. Bir meyve ya da hayvan onun elinde konuşma yetisine sahip bir varlığa dönüşüyor. Yılan manalı bakışlar fırlatıyor, yaralı sülün acıyla kıvranıyor, ardıçkuşu ile ardıç tohumu dille/dilde buluşuyor, başkalarıyla iletişiyor. Bu nesne ya da canlılar insanlarla diyaloğa giriyorlar ya da kendi öykülerini anlatma yoluna gidiyorlar ama insanbiçimci bir teknik gösterisi içinde değil, kendileri olarak. D.H. Lawrence’ın Paul Cézanne’ın Elmalı Ölüdoğa adlı tablosunu konu edindiği bir yazısında ressamın elmaların duyumsallığını, yuvarlaklığını, bütünlüğünü ele almadaki benzersiz başarısını dile getirir. Cézanne modellerine “Elma ol! Elma Ol!” diye emreder. Onlar da olurlar. Cézanne elmaların elma olmaklığını / elmasılığını (appleyness) yeniden yaratır tablolarında Lawrence’a göre.
Kaygusuz da şeftaliye “Şeftali ol!” der ve ona tabiri caizse bir şahsiyet bahşeder gibi. Şeftali öyküsünde bir başka doyum noktası olan ölüme yaklaşan bir hasta ya da halsiz, yıpranmış bir kadın emekleyerek şeftaliyle buluşur, onunla doyuma ulaşmaya benzer bir beraberlik yaşar. Kaygusuz sulu, tüylü ve lezzetli şeftalinin dilimizdeki dişilik ve cinsellik çağrışımlarını göz ardı etmez ve kadın öykü kişisinin şeftaliyi yiyişinin betimlenişi erotik bir deneyimi anıştırır. Karşılıklı, işteş bir edim haline gelir şeftaliye doymak; dahası, şeftali kısa bir anlığına da olsa bir özne mertebesine terfi eder: “Utanmamıştı şeftali, öptü kadının ortaparmağının ikinci eklemini. Bir gıdıklanma geldi kadına, bir istek, bir cesaret… arsızca ısırdı şeftaliyi sol yanağından.” Bu öyküden bahsederken spoiler verme riskim yok çünkü öykü anlatıdaki kişinin şeftaliye ulaşmasının betimlemesidir, olay örgüsüne yüz vermeyen bir metindir. Öykünün başında ve sonunda kısaca değinilen ve ayrıntıları saklı tutulan erkek figürünü saymazsak metin olaysızdır denebilir. Bu açıdan kitaptaki en şiirsel ve/ancak çizgisel yapıya en az bağlı kalan öyküdür denebilir.
Kitaptaki en son öykü olan "Çöpçüler" de olaysız denebilecek benzeri bir yapıdadır. Bir varsayımdan yola çıkarak rüyayı andıran öykü kişilerin adları, olaylar, zaman, eyleyişlerindeki saikler, vb. konusunda belirsizlikle doludur; belki de gücünü tam da bundan alır. Şeftali gibi öykü de olaylara, hatları net bir şekilde çizilmiş bir olay örgüsüne dayanmaz. Her ikisinde de kuşkusuz olaylar var, ancak bunlar neden-sonuç ilişkisi içinde belirlenmiş türden değildir. Bu açıdan kısmen Katherine Mansfield’ın geleneksel kurmaca olay örgüsüne yaslanmayan At the Bay (bilmiyorum çevrildi mi Türkçeye) adlı öyküsünü çağrıştırır.
Kafka’nın Açlık Şampiyonu öyküsünün tersten okunmasını ya da Bunuel’in yeme ediminin dışkılama eylemi gibi gizlice ifa edildiği Özgürlük Hayaleti filmini andıran "Kılçık" ise kitaptaki en klasik denebilecek öykü. Burada ‘klasik’ sözcüğüyle öyküyü küçümsediğim sanılmasın, yalnızca olay örgüsünün çizgisel bir güzergâhta ilerlediğini ve çarpıcı bir doruğa ulaştığını kastediyorum. Yeme, doyma, doyum ve ölüm izleğinin en belirtik şekilde işlendiği, başarılı bir öykü "Kılçık". Emine Bora’nın kitabın kapağında yer alan fotoğrafındaki balık imajı ise bu öyküye şık bir şekilde göz kırpıyor.
"Yaprak ve Tüy Zamanları" bir botanik ya da biyoloji kitabında yer alabilecek bir konunun şiirsel bir dille öyküleştirilmesine benziyor. Kitaptaki ayrıksı yerini ise diğer öykülerde travmatik deneyimler yaşayan insanlar yerine doğada uyumu şiirsel/düşsel bir dille anlatmasına borçlu. "Çatlak Yerlerin Kuyusu" üçüncü tekil şahıs ağzından anlatılan, dinsel ya da mitolojik bir anlatıyı çağrıştırıyor. Kaygusuz’un bu öyküde bir yazar olarak başarıyla altından kalktığı şeylerden biri de öyküdeki odaklayıcıları (focalizer) değiştirmesidir. Odaklayıcı ile kastedilen öykünün ya da öyküde bir bölümün, bir olayın kimin görüş açısından aktarıldığıdır. Örneğin Şeftali öyküsünde odaklayıcı çoğunlukla kadındır, olaylar onun gözünden, bakış açısından aktarılır. "Çatlak Yerlerin Kuyusu"nda odaklayıcı metinde makro anlamda (olay örgüsündeki savrulma anlarında) Dede ile Sedef arasında salınır durur. "İnsan Dipleri"nde odaklayıcı kadın ve adam arasında gider gelir. Bu tür yer odak değiştirmeler okuru hep teyakkuz durumuna davet eder, onun olayları farklı açılardan değerlendirmesini talep eder. (Sesli düşünüyorum: Kim bilir böylece belki de tek anlatıcının tahakkümü bir nebze de olsa sarsılır.)
Öykülerde baskın denebilecek ‘fallus’ kavramı irdelenmeyi bekleyen bir izlek olarak karşımıza çıkar ve iktidar biçimlerinin farklı tezahürlerini gözler önüne serer: Balık, yılan, bıçak, silah, kaburga. Örneğin "İnsan Dipleri" birlikte olduğu adamın çirkin ayaklarını görünce ondan tiksinen kadının öyküsüdür. Öykünün sonlarına doğru ortaya çıkan “boynuz kabzalı, çelik (…) çakı” adamın erkeklik uzvunun bir metaforuna dönüşür kadının bakış açısından. Cinsel doyum yaşadığı adamdan tiksinmesinin doruğa ulaşmasını simgeleyen bir nesnedir çakı onun için. "Çalıntı Yürekler"de ise doyma kavramı hem beslenme hem de hayata doyma, ölüme yaklaşma izleklerini akla getirir.
"Sülün" kitaptaki en şık ve derin öykü bence. Bu öykünün adeta fallus ve arzu kavramlarını açımlayan ve örnekleyen psikoanalitik (Freudçu ya da Lacancı) bir metin olduğu bile ileri sürülebilir. Öyküdeki erkek karakter artık annesinin arzusunun biricik nesnesi olmadığını fark eden ve eksikliği farklı bir şekilde (avlanarak) ikame etmeye çalışan psikozlu biridir. Annesi artık ona yüz vermemekte, sevgisini/arzusunu başka erkeklere sunmaktadır. Adam artık çocuk değildir (tüylerini yolup, etine değdiği sülünü temizlerken boşalır) ve ancak bunu kabullenmek istemez. Çocukluğundaki anne imgesini, daha doğrusu onun bedenin imgesiyle örtüştürdüğü sülünleri arzular. İmkansız imge/simgenin yerine somut kuş bedenini koymaya çalışır. “Yetişkinliğe erişip eline silahı aldığından beri” bir arzu avcısına dönüşür. Çocukluğunu, annesinin bütün sevgisini alabildiği dönemi çağrıştıran sülün imgelerini sülünleri avlayarak ve bu sayede o erişilmez geçmişi fiziksel olarak yeniden kurgular/yaşar. Annenin arzularını doyurabileceği fikrinden hareket eder oysa anne artık onun avladığı sülünlerden bıkmıştır.
Kitaptaki ilk öyküye (Sandık Lekesi) değinmememin nedeni diğer öykülerin sahip olduğu derli-topluluktan, vuruculuktan ve kısalıktan nasibini almamış olması. İlk öykü dışında bütün öyküler Poe’nun kısalık konusunda söyledikleriyle örtüşür nitelikte, yani tek oturuşta okunabilecek uzunlukta. Elbette öyküler toplamında bütün metinlerin aynı uzunluk ve tematik/kurgusal uyuma sahip olması beklenemez. Ancak diğer öyküler 4-12 sayfa arasında değişen uzunluktayken "Sandık Lekesi" 32 sayfadır. Bir de öykünün paralel bir kurguyla yazıldığı hesaba katıldığında, diğerlerinden farklı, onlarla uyuşmayan bir metin izlenimi veriyor. Haddime değil ve artık çok geç ama Kaygusuz’un yerinde olsam o öyküyü başka bir kitaba alırdım.
Doyma Noktası yara almış, travma geçirmiş bireyleri ele alan leziz öykülerle dolu. Bir okur olarak zevkle okudum, etrafımdaki insanlara salık verdim, okuttum. Kaygusuz’un diğer kitaplarını da okuyacağım çünkü insanı deneysel denebilecek metinleriyle şaşırtan, sürprizlerle şımartan, hep uyanık tutan, meraklandıran bir yazar.. Onunla tanışmadıysanız, tanışın; ya da benim gibi çok geç tanıştıysanız bırakmayınız, ısrarla takip ediniz.