Ortadan Yarısından, s. 11-15
Bornova’nin yüksek mahallelerinden Tenekeciler’de, şurup gibi bir eylül sabahı, nereden geldiği belli olmayan kötü bir koku hissedilecekti. Başlangıçta kapı önlerine yığılmış çöplerden, kentin kuzeyinde yüzeye çıkan kanalizasyon sularından, yan mahallede lastik yakan Çingenelerden kimse şüphelenmeyecekti. Herkesin uykusunu kaçıran, bir pislik gibi yapışıp tiksinti uyandıran bu berbat kokunun, bir insanın bedeninden yayıldığını keşfedecekleri güne kadar kırk kere kırklanacak, pamuk yataklarını dövecek, bahçe topraklarını havalandıracak, kuytularda kedi-köpek ölüsü arayacak, kokunun utancını görebilmek için birbirlerinin yüzlerine bakıp birbirlerinden bilecek, birbirlerine soracaklar, ne yazık ki kokunun kaynağını bulamayacaklardı. İşlerini en çok güçleştiren şey, et yanığı, meyve çürüğü, kan pıhtısı, yemek küfü gibi daha bir sürü kötü görüntüyü anıştıran bu öfkeli kokunun, mahallenin her yerini, aynı ağırlıkta, aynı yoğunlukta sarmış olmasıydı. Sonraları bir aydır ilk kez dışarı çıkan Gülümser Hanımteyze’nin bembeyaz yüzünü gördüklerinde, muammalı bir söylenti yayılacaktı. Ömer Bey çürümeye başlamıştı.
Komşular, Gülümser Hanımteyze ile Ömer Bey’in evine gitmeye yalnız bir kez cesaret edecekti. Ömer Bey’i son nefesini vermeden yakalamak, duyduklarının kabasını alıp ince ayrıntıları gözleriyle görmek için, yaşlılara öncelik vererek, teker teker hasta evine doluşacaklardı. Hastalık hastası Tatlıcı Naci bile, şöyle kapıdan Ömer Bey’e bakıp ağlaya ağlaya dışarı kaçacaktı, “Hey gidi koca Ömer hey! Bu nasıl iştir, yazıktır adama yahu! Adamcağızın karnının ortasına bir gülle düşmüş sanki. İçi dışına çıkmış, göz göre göre çürüyor zavallı. O nasıl yara yarabbim, bu nasıl bir ceza!”
Ömer Bey, oturma odasındaki çekyatta, yüzünde en küçük bir acı ifadesi olmaksızın derinlerden gelen bir hırıltının içinde yüzüyorken, ziyaretçi akınına uğrayan bir tapınak gibi kendi tarihinden habersizce kıpırtısız yatacaktı. Gülümser Hanımteyze, yaşadığı trajedinin büyüklüğünü sergilemek istercesine kocasının üstünü örtmemeye gayret edecekti. Belki canı acırdı, belki yara hava almalıydı... Bir türlü alışamadığı o berbat koku kadıncağızı iğne ipliğe çevirecek, gelene gidene içilmeyeceğini bile bile nar şerbeti ikram etmeyi aksatmayacak, titrek bir gölge gibi dolaşarak evin temizliğini ihmal etmeyecekti. Gelenler sormadan, gözlerini boşluğa dikerek olanı biteni sallana sallana anlatmak, gündelik işlerinden biri olacaktı. Yalanını ezberlemiş bir suçlu gibi, aynı sözcükleri aynı tonlamalarla, kurduğu cümleciklerde aynı esleri vererek, hatasızca hikâyesini anlatıp yutkunarak, ağlama kısmına geçecekti:
“Bir ay önce başladı komşum. Bir sabah kalktım, söylemesi ayıp evde bir gram kahvaltılık kalmamış. Ne yağ var, ne zeytin... Önceki gün tansiyonum fırladıydı da pazara çıkamadıydım. Herif kızacak diye alelacele koydum çayı. Dedim en iyisi menemen mak. İçine biraz maydanoz doğradım, bir baş soğan, azıcık da peynir kalmıştı. Söylenmesin diye iyice pişirdiydim ateşte. Getirdim sofraya, ortadan ayırdım koydum önüne, yarısını ben yedim yarısını o. Hatta, Ömer Efendi hepsini bitiremedi bile... Ondan sonra başladı kıvranmaya! Önce midesi bozuldu sandım. Yumurta on günlüktü ya, belki bayattı da adama dokundu. Ama ben de yedim, bana bir şey olmadı. Kendini yerlere atıyor, karnıma bıçaklar sapyaplanıyor diyor, elim kolum bağlı ne yapacağımı şaşırdım... Akşama değin çırpındı durdu. Gece baygın uyudu adamcağız. Ertesi gün oldu, göbeğinin üstü kaşınmaya başladı. Ben de yedim ama, bende kaşıntı maşıntı yok. Elleme dedim, yara yapacaksın. Dinlemedi, kaşıdıkça derisi pürtüklendi, elleye elleye azdırdı, sonra pis pis kokmaya başladı. Yara büyüdükçe koku da arttı. Kantaron yağları mı sürmedim, sarımsaklı sirkelerle mi ovmadım. Sanki yara değil de bir çeşit canavar. İçin için yiyip tüketiyor adamı. Bir sabah kalktım, ne deri kalmış ne bir şey. Her şeyi meydanda. Hele bu koku, hele bu koku... bağrına girdiği toprak bile alamaz ondan bu kokuyu... Artık tek lokma koyamıyorum ağzına, suyu damla damla akıtıyorum. Zaten kendini de bilmiyor artık, böyle hırlaya hırlaya uyuyor günlerdir. Ne ses duyuyor, ne gözünü açıyor. Göz göre göre orta yerinden ölüyor adam.”
Çoğunlukla kalp krizlerinden, sinsi kanserlerden, atalarından miras aldıkları astım krizlerinden ötürü bu dünyayı terk eden Tenekeciler Mahallesi sakinleri, Ömer Bey’in yarasıyla yeni bir şey öğrenecekti. Herkesin kendi ölümünü ölmesi, ağırbaşlıca kabullenilen bir tesellidir. Ne de olsa ölüm, ilhamını yalnızca yaşantıdan alır. Kimyasında, dirimden esinlenerek kotarılmış ağrılar, kopmalar, kanamalar vardır. Ya da başka birinin parmağı, başka birinin tesiri... Ömer Bey, o kabuksuz yaraya kavuşmadan önce ne olmuştu, kim bilebilir? Belki bir cırcır böceği çınlamış, nadir bulunan ağustos uykusunu yırtmaya başlamıştı. Aksi gibi gecenin karnında bir dolunay oturmuştur belki de, önüne düşen bulutların kara ellerinden kurtularak, Tenekeciler’de bir evi seçmiştir. Gülümser Hanımteyze ile Ömer Bey’in evini... Bir de bunun üzerine verandaya doluşan fareler, kadıncağızın asmalarına tırmanıp, korukları tıkırdata tıkırdata çiğnemiş de olabilir, kim bilebilir... Bu arada, hırçın bir baykuş gelmiş, tatlı uhlamasıyla gecenin nöbetini devralmıştır. Gökyüzü gündüze boyanırken, birbirine eklenen sesler, sahibi belirsiz bir uğultuya dönüşerek, pencere pervazlarından, kapı aralarından sızarak Gülümser Hanımteyze’nin gözlerine parmak uçlarıyla dokunmuştur böylece. İşte tam ossaat, aniden uyanan kadın, bütün bu olup bitenleri duymamışsa, akıl edip de gökyüzüne bakmamışsa, ne baykuşu, ne de asmasındaki fareleri fark etmemişse olan olmuş demektir. Kim bilebilir...
Mırıltılı, sessiz ölümlere alışkın olan Tenekeciler Mahallesi, çoktan beri terk ettikleri hayalet hikâyelerinden bu yana ilk kez, arsız, teşhirci olan bu ölümün kokulu ağırlığıyla, ortak bir yas törenine hazırlanacaktı. Bu kez ivedilikle bekledikleri en mutlu haber, Ömer Bey’in mucizevi ölümü olacaktı. Bu, büyük bir ölümdü... Gün geçtikçe kemiklenecek, bir sarmaşık gibi çıkmaz sokaklara kadar uzanıp evleri boğacaktı. Koyu gri ile safran sarısı arasındaki bu kocaman yara, anbean esneyip daralarak, gövdeyi kaplamak için milim milim büyümeye devam edecekti. Göğsündeki deri tamamen kuruyarak kızarmaya başlayacaktı. Ortaya çıkan kaburgalar, tebeşir gibi ufalanacaktı. Yer yer koyu leylak rengine çalan bacakları tümüyle moraracak buz gibi olacaktı. Gülümser Hanımteyze her an gelebileceğini umduğu ölüm meleği için tedirgin uykulara dalacak, ondan gelebilecek şefkatli, mavi renkli ses için duvarlardaki çıtlamaları bile duyacaktı. Ya da üç sokak ötede, bisikletten düşen çocuğu ağlamasından tanıyacaktı. Bu çileli bekleyişte gümüş gözlerini göstermeyen ölüm meleği, yuvarlak sözcükleri olan, soldan sağa değil, sağdan sola giden, tane tane, pırıl pırıl cümleleri ne yazık ki kurmayacaktı. Bu yarayla bir başına kaldığında, neden-niçin sorularına geri dönecek, dualarını, bir zeytin çekirdeği gibi ağzında dolaştırmaktan bıkacaktı.
Bornova’nın yüksek mahallelerinden Tenekeciler’de, birkaç hafta sonra, Ömer Bey’in hırıltısı nihayet kesilecek, sessiz bir cenaze töreni yapılacaktı. Hem kokudan, hem de ağırlığını kaldıramadıkları korkunç bir ölüm ânından böylece kurtulacaklardı. Çoğu kimse, Gülümser Hanımteyze’ye başsağlığına gitmeye gerek duymayacaktı. Çünkü öğrenilecek yeni bir şey kalmamıştı. Bilemeyecekleri tek şey Gülümser Hanımteyze’nin uykusuz kaldığı geceydi.
Ağustos ayının başındayız. Geçmiş yıllara göre, bu yaz daha serin geçiyor. Tenekeciler’de ışıkları ilk sönen ev, gene Gülümser Hanımteyze’lerin evi oldu. Vakit sabaha yaklaşıyor, bir cırcır böceği tatlı çınlamasıyla ortalığı okşamaya başladı. Gülümser onları dinlemedi. Göğün en güzel yerinde duran dolunay uzun parmaklarını sarkıtmış, ortalığı tatlı bir kızıllığa boyuyor. Ne yazık ki Gülümser ayı görmedi. Verandasına doluşan fareler, asmalara tırmanıp korukları çiğnerken, evin yakınlarında bir baykuş uhladı. Gülümser duymadı. Güneşin cılız ışığı, ufka kızıl bir çizgi atarken, Gülümser gözlerini tavana dikerek derin bir iç çekti. Ömer Bey, o gürültülü uykusuyla bütün odayı kaplayarak karısını bir kenara sıkıştırıyordu. Gülümser Hanımteyze, kimsenin duymadığı o lanetli cümleyi kendi kendine söylendi, “Yarına kahvaltılık bir şey kalmadı”.