Emre Kızılgedik, "Bütünün kristalini keşfetmek", Birgün, 2 Temmuz 2015
İletişimden çıkan memleket kitapları dizisinin en güzellerinden biri Tanıl Bora’nın derlediği, birçok önemli yazarın taşrayı anlattığı ve Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğraflarıyla bezenmiş Taşraya Bakmak isimli kitaptır. Nurdan Gürbilek’i de bu kitap sayesinde tanımıştım. Gürbilek’in Yer Değiştiren Gölge kitabının içinde yer alan muhteşem Taşra Sıkıntısı yazısından alıntılar yer alır o kitapta.
“Nurdan Gürbilek’in son kitabı Sessizin Payı sessiz sedasız raflardaki yerini aldı” haberi yine pek çok kişi gibi beni de oldukça heyecanlandırdı. Kitap, Walter Benjamin’in “sadece yolu yürüyerek kateden kişi yolun neye hükmettiğini öğrenebilir” cümlesiyle açılıyor ve “tekil anın çözümlenmesinde bütünün kristalini keşfetmek denemenin ütopyasıdır” sözüyle devam ediyor. Ardından da insanoğlunun evrensel çabası olan bütünü kavramak kaygısına cevap arayan birbirinden güzel denemeleri okumaya başlıyoruz.
Michael Haneke, Beyaz Bant filmiyle insanlık tarihinin en büyük soykırımına sahne olan Almanya’da toplumun savaş öncesi haline bakar. Hikâyesini küçük bir Alman köyünde kurar. Vahşete giden yolun taşları, köhnemiş toplum değerleriyle ve bunların harfiyen taşıyıcısı ruhlarla tek tek döşenmektedir. Herkes farkına bile varmadan genel kötülüğün parçası haline gelmektedir. Bu toplumsal girdapta masumlar da vardır ama sisli kötülük havası onları da görünmez kılmıştır. Savaşta neler yaşandığı ise malumdur.
Hannah Arendt ise Kötülüğün Sıradanlığı kitabında İkinci Dünya Savaşı sonrası davalarından belki de en ünlüsü olan ve binlerce Yahudiyi gözünü kırpmadan ölüme gönderen Nazi görevlisi Adolf Otto Eichmann yargı sürecine başka bir gözle bakmaktadır. Eichmann sanılanın ve dönemin medyasının yansıttığının aksine cani falan değildir. Ceza hukuku derslerinde dinlediğimiz suçlu tiplerine de uymamaktadır. Olağanüstü şekilde sıradandır. İnsanı ürkütecek kadar normaldir. Bilinçli bir dava adamı değildir. Sadece kariyer basamaklarında yükselmek uğruna üstlerinin emirlerini harfiyen uygulayan sıradan bir memurdur. Onun şahsında kötülüğün nasıl sıradanlaştığını görürüz. Haneke ve Arendt’in baktıkları ise, toplumsal hayatta kötülüğün sıradanlaşma sürecinin yarattığı sıradan insan tipidir. Toplumu içimizde taşıdığımız ve içinde yaşadığımız topluma benzediğimiz gerçeğidir anlatılan.
Ayrıca, suçu sadece fail de işlememektedir. Eichmann bu suçları tek başına işlemedi. İnsanlığa karşı işlenenlerden başlayarak tüm suçlarda her birimizin tek tek sorumluluk payı vardır. Bu noktada da Gürbilek, ünlü Fransız ceza avukatı Jacques Verges’in “kopuş stratejisi” denen savunmalarından bahseder. Verges, bu savunma stratejisinde bizzat adalet sistemini ve toplumsal düzeni hedef tahtasına koymaktadır. En basit tanımıyla kimse sütten çıkmış ak kaşık değildir. Sessiz kalınarak da fenalığa ortak olunmakta büyük fenalıkların parçası haline gelinmektedir. Zaten Dostoyevski de Suç ve Ceza’da bize eğer başarsaydım sevinçle taçlandırılacaktım, şimdi hapishaneyi boyluyorum” demektedir. Evet, ceza kanunumuzda ihtilal yapmak değil ihtilale teşebbüs etmek suç sayılmıştır.
“Kopuş stratejisindeki” amaç elbette canileri aklamak değil, kamuoyunu harekete geçirmek, toplumsal ikiyüzlülüğü deşifre etmek olmalıdır. Muktedirin ve onun araçlarının gösterdiğinin dışındaki gerçeklerin de geniş toplumsal kesimlerce farkına varılması istenmektedir. Bu bağlamda mesela, Nazi görevlisi Eichmann’ı yargılayan ülkenin pilotlarının elleri hiç titremeden Filistin halkının üstüne bomba yağdırmalarının da ayrıca sorgulanması amaçlanmaktadır. Gürbilek bu yazısında bizi suç ve ceza süreçlerini toplumsal yapıdan ayrı düşünmeksizin yeniden anlamaya çalışmaya çağırıyor. Verges’in dediği gibi “hukuk, savaştan ya da ticaretten ne daha fazla ne de daha az zalimdir.”
Kitabın ikinci yazısı Adorno’nun Ahlak Felsefesinin Sorunları’nda sorduğu “doğru hayat gerçekten mümkün mü, yoksa yanlış hayat doğru yaşanamaz iddiasıyla mı yetineceğiz?” temel sorusuyla başlıyor ve Tolstoy’un vicdanıyla okurunu baş başa bırakıyor. Onun romanlarında sorduğu soruları yineliyor. Nedir peki bu sorular? İvan İlyiç’in Ölümü romanının sonlarında kahramanın sordukları mesela: Doğru bir hayat mı yaşadım? Tamam, iyi bir eğitim gördüm, iyi bir meslek edindim; güzel bir evim, iyi bir evliliğim var, ama doğru bir hayat mıydı benimkisi? Yoksa kocaman bir yanlış olarak mı ayrılıyorum hayattan?
Gürbilek’ten okuyalım: “Tolstoy’un neredeyse bütün romanlarında doğruyu arayan bir adam vardır: Shopenhauer, Spinoza, Hegel ya da Kant okuyan, doğrunun kitaplarda kalmasına gönlü razı olmayan, tıpkı Tolstoy’un kendisi gibi yoksul köylülerin durumunu iyileştirmek için reformlar tasarlayan bir büyük toprak sahibi… Anna Karanina da Levin sormaktadır, neyim ben, niçin buradayım, kişisel mutluluğu nasıl bulacağım? Doğru bir hayat sürebilmek için ne yapmalıyım? Bir zamanlar törenin içinde kıpırdayan doğruluk anı silinmiş, ahlak insanın karşısına buyurgan bir güç olarak dikilmiştir. Tolstoy kahramanı kendi vicdanına danışarak soruyordur şimdi: Doğru bir hayat mı benimkisi?”
Nurdan Gürbilek bu yazısını sanki kendinin de toplumdan yapıldığını bilen buna rağmen yaşadığı kapitalist toplumda özel hayatının sığınabileceği doğruluk alanları arayan ve “fazlalıklarından kurtularak, kutsal sadeliğe ulaşmak isteyenler” için yazmış. Ayrıca yalan üzerine kurulu yaşamı dönüştürmeye çalışanlar ve kendi sorularıyla birlikte kendi “büyük erdemler risalesini” yazmak isteyenler için…
Gürbilek, Sessizin Payı’nda ayrıca, Orhan Kemal’in çocuklarında yoksulluk lekesine, Peyami Safa’da Fatih - Harbiye’ye, Gezi’ye gidiyor, Orpheus Çıkmazı’nda ise yazının neyi kurtardığına bakıyor. Diğer tüm kitaplarında olduğu gibi tekil anı çözümleyip bütünün kristalini keşfe çağırıyor okurunu.