| ISBN13 978-975-342-995-5 | 13x19,5 cm, 152 s. |
|
Vitrinde Yaşamak, 1992 | Yer Değiştiren Gölge, 1995 | Ev Ödevi, 1999 | Kötü Çocuk Türk, 2001 | Kör Ayna, Kayıp Şark, 2004 | Mağdurun Dili, 2008 | Benden Önce Bir Başkası, 2011 | İkinci Hayat, 2020 | Örme Biçimleri, 2023 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Evren Kuçlu, "Hiç susmayan kitap", Arka Kapak, 17 Mayıs 2015 Eleştiri malzemesini tümden düşüncenin sahasına taşıyan bir eleştirmen Nurdan Gürbilek. Dolayısıyla eleştirileri bir anlamda ‘hasar tespit raporu’ olarak okunabilecek bir sahicilik ve titizliğe sahip. Bir görüşün altını doldururken fikrini spesifik göndermeler, entelektüel pozlarla boyamıyor. Retoriği bir amaç olarak kutsamak yerine, deşme kararı aldığı mevzular üzerine soğukkanlılıkla gidiyor. Daha da önemlisi, gecikmiş cevaplar için bambaşka sorular üretiyor. Şubat 2015’te Metis’in okurlarla buluşturduğu Sessizin Payı, Nurdan Gürbilek’in kendisine has dikkatiyle mağdurun pozisyonunu irdelediği son kitabı. Suç ve Ceza adlı ilk bölümde, Dostoyevski’nin başyapıtından, Klaus Barbie ve Kenan Evren’e uzanan yelpazede sessizin yol açtığı, sonrasında katlandığı bir refleks olarak “suç” kavramını ele alan Gürbilek, Suç ve Ceza’nın, suçunu cezasından ayırıyor. Romanın üzerindeki kriminal bakışı, edebi anlamından sıyırarak sosyolojik, daha önemlisi psikolojik altyapısıyla öne çıkarırken, hukukun kapsamı ve pratiği üzerine yapılan yıkıcı tartışmalara açık yüreklilikle katılıyor. Bu bağlamda Raskolnikov’a değil, onun esin kaynaklarına ve yaratıldığı şartlara yönelen Gürbilek, bu başyapıtı, bir anlamda bir “kopuş stratejisi” (bu kavram kitabın içerisinde detaylı ve açık seçik anlatılıyor) olarak kullanıyor. O stratejinin bir sonucu olarak Kenan Evren’i doğuran mekanizmayı da hâkim karşısına oturtuyor. Evren’in kendi suçunu bir kopuş stratejisine çevirdiğini varsayarak, bir anlamda fahri avukatlığını üstlenerek ona şunları söyletiyor: ”Evet suç işledim, beni mahkûm edin, ama madem öyle, gücünü 12 Eylül’ün getirdiği yasalara, 12 Eylül’ün sağladığı “ekonomik istikrar”a, 12 Eylül’ün kurduğu piyasa ekonomisine borçlu olanları da mahkûm edin. Roboski’ye bomba yağdıranları da yargılayın. Onlarınki olağanüstü hal de benimki değil mi?” Sessizin ağzının payını veren sistemi Suç ve Ceza üzerinden sorgulamaya başlayan Gürbilek, “Tolstoy’un Vicdanı” adlı bölümde, edebiyatın atıflarıyla gerçeğin sarsıcılığı arasında yuvalanan “riya”ya değiniyor. Tolstoy’un, eserlerindeki onca acıdan kendisini muaf tutmuş olabileceğini, yazarın kendi itiraf ve eylemlerine dayandırarak anlattığı bölümde, sözün sahibinin hangi şartlar altında sözü söylemeye muktedir olabileceğini tartışıyor. Hemen belirtelim ki, kitabın neredeyse tamamı, edebiyatçının ve edebi metnin samimiyeti üzerinde oluşan kuşku ve itirazlara parantez açıyor. Gürbilek ‘Bireysel ahlakın eyleme muhtaç olduğu’ ön kabulünden yola çıkarak, kafasındaki polemikleri, hâlihazırdaki sorularla sadeleştirmeye çabalıyor: “İnsan düşünmeden edemiyor. Astapovo’da ölüm döşeğinde yatarken bir zamanlar İvan İlyiç’e sorduğu soruları bu kez kendisine sormuş mudur acaba Tolstoy? Doğru bir hayat mıydı benimkisi?” Kemalettin Tuğcu ve Orhan Kemal’in romanlarından kalkarak “Yoksulluk Lekesi” adıyla ele aldığı kısımda, yaşantıyla roman arasındaki makasın ne kadar aralanabildiğini Kemalettin Tuğcu – Orhan Kemal kıyaslamasıyla tartışan Gürbilek, Tuğcu’nun, yoksulun konumunu aşan, aşındıran bir melodramla boğuştuğunu söylerken Orhan Kemal’in romanlarındaki sahiciliğin Türkiye’deki yoksulluk meselesiyle ne denli örtüştüğüne dikkat çeker. Kemal’in, yoksulun imajıyla değil, derdiyle hemhal olduğunu açıktan fark ettiğimiz bu bölümde, Tuğcu’nun kırma melodramlarla gerçeğin gerisine düşmesine rağmen, şekillendirdiği “kimsesiz çocuk” tipinin, orta sınıfın gerçeğiyle benzerliği üzerine kafa yoruyoruz. Tam da buradan hareket ederek Tuğcu – Kemal karşılaştırması üzerinden bazı patentler oluşturan Gürbilek, yakın tarihimize ilişkin oldukça soğukkanlı bakışlar fırlatıyor: “Büyük şehirlerdeki sokak çocuklarının sayısı hiç bugün olduğu kadar çok olmamıştı. Ama artık onlar şehrin tehlikelerine tek başına göğüs geren talihsiz çocuklar değil, şehri tehdit eden tehlikeli bir kitlenin uzantısı olarak görülüyorlar. Artık karşımızda Tuğcu’nun fakir ama haysiyetli çocukları değil, Orhan Kemal’in elli yıl öncesinden haber verdiği gibi, hikâyeleri sübyan koğuşlarında sonlanan suçlu çocuklar var. Son yıllarda “merhamet” sözcüğünü daha çok duyduğumuza bakmayın. Sınırlarını korumaya eskisinden çok daha düşkün olan orta sınıf için “korku ve acıma”daki korku bileşeni çok daha şiddetli artık.” Gezi olaylarının açık eleştirisi olarak okuyabileceğimiz “Fatih – Harbiye, Son Durak” bölümü, toplumdaki “Büyük Yarılma”ya odaklanıyor. Peyami Safa’nın yıllar öncesinden sabitlediği Fatih (muhafazakâr, manevi, yoksul) ile Harbiye (modern, duygusuz, zengin) arasındaki düşünce ve yaşantı farklılığının derinleştiğini ve yıllar önce Harbiye’nin psikolojik ve maddi olarak elinde bulundurduğu üstünlüğün bu kez devlet eliyle Fatih kanadına geçirildiğinin altını çiziyor. Egemen gücün bu kutuplaşmanın belirginleştirilmesine yönelik strateji izlemeye devam ettiğini hatırlatan Gürbilek, ‘Gezi’ hakkındaki açık kanaatlerini yazmaktan sakınmıyor. “Cumhuriyetin yüzyıllık madde-mana formülündeki hesap dışı şeydi Gezi. Seksen küsur yıl sonra Fatih-Harbiye’ye verilmiş bir cevap… “Taksim’den büyük Kazlıçeşme var, demişti Başbakan. Yanlış Yorum: Fatih Harbiye yarığının açıldığı değil. Bir süreliğine kapandığı andı Gezi. Bir imkânın ufukta yanıp söndüğü an.” “Yazı Neyi Kurtarır?” sorusunun sorulduğu Orpheus Çıkmazı adlı bölüm tam anlamıyla entelektüel bir sorgulamaya odaklanıyor. J.M. Coetzee’nin Petersburg’lu Usta romanı üzerinden yazarın ve edebi metnin vicdan ve pratik karşılığını, karşıt görüşleri yan yana yazarak anlamaya çabalıyor. Bu bağlamda Adorno’nun o çok konuşulan “Auschwitz‘ten sonra şiir yazmak da barbarlıktır” sözünü tartışmanın merkezine koyarak edebiyatın neyi geri getirip neyi savuşturduğu ve bunu yaparken ya da umursamazken nasıl bir utançla boğuştuğunu soruyor. Karartılmış delilleriyle edebi metinlerde Sessizin Payı’na düşeni, oldukça zihin açıcı paradigmalar eşliğinde tartan Nurdan Gürbilek’in okuru doyurmak ve bunu tadında bırakmak gibi bir olgunluğa sahip olduğunu düşündürten kitap, altı çizik çizik edilmeden geçilecek gibi değil. |