Gürel Ormancı, “Bir Söz Romanı - Yere Düşen Dualar”, Varlık Dergisi, Mayıs 2006
Yere Düşen Dualar, insanın üzerindeki yükleri ne denli zor taşıdığının ürpertili bir mesnevisi gibi. Üstelik romanı sanata yaklaştıran ne varsa cömertçe sunmasıyla anımsanacak bir kitap. Görmekten korkacağımız belki de görmemek için kapatacağımız yüzümüzü hoyrat bir tokatla değil yumuşak bir elin ürpertili okşayışıyla korkularımıza açan bir anlatımı var. Kurgu içinde gerçek olanla hayal edileni birbirine bağlayan lirik dehlizlerden geçip asıl olanın kavranamazlığında kayık oynatan bir sarnıçlar düzeni yaratılmış. İnsanı aile içinde, şehirde, tarihte ve masalda kucaklayan bir tereddüt hakim kitapta. Yabancılaşmanın, toparlanmanın, peşinde koşmanın bulanık suyuna daldırılan bir kova... Yaşayan insana yakından baktıkça karmaşıklaşan bir örüntünün ikramlı sunumu olan ikinci kısım ise, insanlık durumlarını seyreltilmemiş bir içten bakışla seslendiren bir fısıltı taşıyor. Yalnızca üst metni okunabilecek bir kitap değil Yere Düşen Dualar. Yazar metnin derinliğini biraz da cüretli bir şekilde gözden kaçırılamayacak yerlere saklıyor gibi yapmış.
Roman, babasını öldüreceği söylentisi adada yayılan “Leylan”ın bu söylentiden etkilenip kendisi ve çevresinin bir değerlendirmesini yapmasıyla başlar. Sık sık ziyarete gittiği Latife Keşal adlı bir çingene kadının fal ve rüya yorumlarıyla anlamlandırdığı anılar ve sırlar dünyası yer eder yaşamında. Hasta ve terkedilmiş babasını iyileştirmeye çabalar bir yandan da. Babasının kendi yaptığı şarapta yaşlı adamın içindeki özün bulunduğunun farkına varan “Leylan” kendi özünü bulmak için zaten hasta olduğundan bağla ilgilenmeyen babası yerine bağa gidip kendi şarabını yapmaya koyulur. Şarabını içince gördüğü rüya ile sırlarının nasıl çözüleceğini anlar. Bu rüyasından aldığı ilhamla hayatındaki değişmezlikten kurtulmak için bir hikaye anlatmaya başlar. Bu hikayenin "ağubozan" bir hikaye olduğunu söyler babasına. Babasını öldürmek değil çürümeksizin ölmesine imkan vermek istiyordur Leylan. Bitmez döngülerden, ikilikten, tekleşememekten kurtulamayan insan ölemez çünkü. "Ruhunu kurtaracak darbeli bir ürperme" vaad ediyordur anlatacağı hikayeyle babasına. Zamandan ve mekandan arınmış olarak “hiçzaman” ve “hiçyerde” geçen bu öyküde, Leylan, annesi ve babası birbirine dönüşmekte, hayattaki değişmezliğe inat öyküdeki hayatlar birbiri içine geçmekte ve sürekli bir değişim ve dönüşüm yaşanmaktadır. Bu hikayeyi anlatarak kendisinin ve yaşamındaki insanların geçmişini tekrar yaratır. Böylece geçmişinden kurtulup özgürleşmektedir. Kendi hayatının sırlarını çözüp “eşkina balığı gibi” artık çürümeden ölmeye hazır hale gelmiştir.
Sema Kaygusuz’un geçtiğimiz ay başında çıkan "Yere Düşen Dualar" adlı kitabının omurgasıdır yukarıda anlatmaya çalıştığım. Özetlenmesi mümkün olmayan bir roman bu. Kavramlar üzerinde dönenip duran; bir çözümsüzlük, çaresizlik, bilinmezlik ve başdönmesi taşıyan bir roman.
Roman küçük bölümlerden oluşan iki büyük kısımdan oluşuyor. İlk bölüm olan “söylenti” bölümünde tanıklık kavramı vurgulanıyor. Görünmek, görünmemek, görünür olmak, farkedilmek gibi romanın bütününde anılan kavramlara ilk düğüm burada atılıyor. Sevgilisi Yorgo, Amcası Mercan Karaca, Latife Keşal gibi karakterlerin “Leylan” ı görünür kıldığının söylenmesi kendi yaşamına gömülmüş insanın farkedilme ihtiyacını yansıtıyor. "Dokunuşlar" bölümünde herkesin diğerlerinin bakışıyla biçimlendiği, insanın çoğunca başkalarının yansımasında şekil aldığı düşüncesi ile şöyle diyor anlatıcı, “Kimse tek başına değişemez”.
Romanda “ölememe” önemli bir yer tutuyor. Buna göre ölüm insan benliğini ve bitimsiz döngüleri “tümleyen” bir olgudur. Bu döngünün tamamlanamaması, yani ölememe, çürüme kavramını getiriyor. Hikayenin sonunda, terk eden annenin görünümü olan Adamkadın, atın üstünde taşıdığı kocasının ölüsünü, işledikleri günahtan arınamadıkları için ölümsüzlüğe mahkum olan kocasının köyüne getirmektedir. Ve ölünün köye gelmesiyle “ölemeyen” köylüler bu döngüden kurtulacaklardır. Romanın sonunda ölüm bir kez daha döngüyü tümlemiştir. Çürüme’den kurtulmaktır bir bakıma ölüm. Çürümeden kurtulmak ve özgürleşmek için insanın kendi sırlarını çözmesi gerekir. Oysa çözülebilecek salt kendine ait bir sırrı yoktur insanın. Hayatı birbirine bağlı insanların sırları da birbirine bağlıdır. Kendi sırlarını çözmeye çalışan insan başka insanların yazgısıyla kendi yazgısının iç içe geçtiğini görür. Bir insanın başka insanların yazgılarının kıvrımlarından kurtulup kendi kaderini yaşayabilecek denli özgürleşmesi, ta ki ölebilmesi için yaşamın “tek kelimeyle adanmışlık” olduğunu bilmesi ve bu adanmışlığı yaşaması gerekir.
Aşırı ruhsallıklar bağlamında yaşamın döngüsel tekdüzeliğinden kurtulmak için, "tekleşebilmek", etrafındakilerle kendi arasında, hayallerle gerçekler arasında gidip gelen yollardaki sırları altedip özgürleşebilmek; eşkina balığındaki gibi sabrı, Galenos’un şarap küründeki gibi yoğunlaşmayı, dalgaların kayaları kumlara ve cama evirmesi gibi bir kararlı bir korkusuzluğu gerektirir. "Adanma"dır bu. Leylan’ın Yorgo ile domateslerin üzerinde kirlenmek, rezilliği sonuna kadar yaşayıp rezillikten kurtulmak düşü de böyle bir cesarettir. Romanda bu adanma ve kararlılık döngüden çıkmanın tek yolu olarak rakiple güreşme sahnesinde ve Süha Melek'in ölmesinin yakaladığı ahtapotu öldürmemesine bağlanmasında da kendini gösteriyor. Süha Melek, ailesi tarafından ölen kardeşinin yerine konulduğu için aslında kendisinden önce doğup ölen abisinin görüntüsünden ibaret bir hayal gibi yaşamıştır. Belki bu yaşama bir çürümeydi; belki de hiç doğmamışlıktı. Süha Melek’in öldüremediği ahtapotla Leylan’ın babasının rüyalarında karşısına çıkan yaratık aynı işlevi görüyor. Her ikisi de insanın özgürleşmesinin ve çevrenin insanı içine gömdüğü "ruhsallıkların" dışına çıkabilmesinin önünde engel gibi duran birer eşiktir aslında.
Kitabın birinci kısmında karşılaştığımız somut olay ve kavramlar ikinci kısımda masalsı bir niteliğe bürünmüş olarak tekrar karşımıza çıkıyor. Bu bağlantılar ilk hikayenin kahramanının ikinci hikayenin anlatıcısı olmasıyla da gerçeklikle kenetleniyor. Örneğin, romanın ikinci kısmında Leylan'ın anlattığı öyküde geçen ormanda Adamkadın, Yâşur ve Sağgöz’ün karşısına çıkan hırsızla karşılaşılan zamanı anlatıcının ve hırsızın gözünden ayrı ayrı izleyebiliyoruz. Aynı ikili anlatım şaşkın bir üslupla başından geçen olayları anlatan sirkçi için de geçerli. Göreli gerçekliklerin izini sürdürüyor bize yazar.
Romancı “İçime bakmayı ve baktığım her şeyin yerine geçmeyi başarabilirsem ben de her ısırışta bir hikaye anlatabilirmişim” diyerek yazma (anlatma) serüvenine başlıyor. Esasında “mesel macunu” olarak rüyada simgeleşen, içinde yapıcısının özü bulunan şarap, insanın özünü bulması, kendisini tanıması ve sırlarıyla başetmesine gönderme yapmaktadır. Anlatıcı kendi şarabını içip kendi hikayesini nasıl yazacağını öğrenmiştir; “gözlerimin arkasında iki taş oluşmuştu" (eşkina balığı gibi) "sonra vurulacağı oltayı arayan eşkina gibi beklemeliydi babasını”.
Bir tür şiir dili yaratmış yazar romanında. Sözgelişi kütüphanedeki böcekler için : "Kitap sayfalarında üreyen bu büyük kavim"; Latife Keşal'in evindeki kediler için : "Birbirine benzemez yaratıklardan, yırtıcı bir sülale" demiş. Romanda şiirsel sözler, imgeler birbiri ardına romana rengini vererek bir katman oluşturuyor : "okunaklı bakmak, göğsünden düşünmek, gövdenin içindeki kafes, teleğin başdönmesi, denizin gözü, zaman işçisi, içinde cam kırığı biriktirmek, sesteki kırçıl, üzüntüyü kanatmak, tere ve acıya söz geçirememek, görünmezleşecek denli tutkusuz kalmak, uyuşan renkler, uyaksız kardeşler, bir kar tanesinin zihninde üşümek, kumsalın ağrıyan taşı, etekten sarkan ölü erkekler, uzunlamasına büyüyen rakı, ölüm korkusunun soğuk atlası."
Bu, bazen neredeyse dizelerden oluşmuş görüntüsü veren, özellikle ikinci bölümde yoğunlaşmış, kurgusu ve şekliyle de "şiir" kavramından uzakta duramayan 15. 9. 7. bölümlerdeki metinlere ve 6. bölümün sonundaki, "Sağgöz"ün bir dil çözülmesi tadıyla giriştiği şiirsel yaratımlara neden şiir diyemiyoruz? Tamamen ‘bağlam’a ilişkin bir tanımlama bu. Buradaki dize-sözlerin romanın bağlamından ayrı bir varlığı olmasaydı romanın özellikle bazı bölümleri bir tür şiirsel-söz olarak okunabilirdi. Gene de kitabın yazınsal bir gelenek olarak şiire açıkça bulaşmaktan kaçınan bir yanı da olduğunu belirtmek gerekir. Yazar bir "yetki aşımı"ndan uzak durmuş, kendi disiplini içinde kalmaya özen göstermiştir. İkinci kısmın başındaki Uğur Aktaş imzalı şiir ise romanın şiire yakınlığını kuşkusuz, bir imadan öteye taşımakta.
Kurguyu içinde boğmayan ve zaman zaman alıntılara varacak kadar kendine şiiri akraba edinen bir biçemi var kitabın. Bu biçemde adeta bir şiir dizesi dakikliğinde yerine oturan metaforlar uçuşuyor. İnsanın esrik kimsesizliğini anlatmanın bir aracı olarak esrik bir dil kullanılıyor. Esriklikle şiir arasında kopmaz bir tarihi bağ bulunan yazınımıza sırtını yaslayıp tarihin açmış olduğu yolda sayfa sayfa kendini genişleten bir kurmaca dili egemen. ‘Gerçek’ten ‘masal’a akan kurgusunu gerçekçi ve mistik anlatımların kendi kurallarıyla besleyen vezinli bir roman bu. Her bölümün içeriğine uygun bir vezin kullanılmış romanda. İçinde birden bir dizeye dönüşeceği yanılsaması yaratan sözleriyle hayatın insanı saklanmaya çağıran karmaşık dizgesinde kendi yerini arayan bir anlatımla kaleme alınmış. Edip Cansever'in Phoeinx adlı şiirinden bilerek bilmeyerek alıntılanmış gibi duran ".. oysa doğdu doğalı dünyaya hep intiharla bakmıştı" sözü aslının (bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla) romana uyarlanmış bir şekli sadece. Sözlerle yazılmış bir roman bu. Şiirsel yönünü ortaya koyan da bu özelliği olmalı. "Yâşur, düşeceği yeri bilemeyen bir teleğin başdönmesiydi.", "Bir sarhoşluk ömür boyu süren bir başdönmesidir." sözleri gene Edip Cansever'in "Başım Dönüyor İkimizden" adlı şiirinde geçen "Sonra biz dağbaşlarında apansız kurşunlanan / Süresiz baş dönmesiyiz çok garip adamların." dizelerini anımsatıyor. Katılan çok olur mu bilinmez ama romanda geçen "içimde büyüyen huzursuzluğa başkalarının adlarını koymaya başladım" sözü Cemal Süreya'nın "Biliyorsun kişi tutkularıyla /Yalnızlığını adlandırıyor o kadar" dediği Göçebe şiirini çağrıştırıyor. "Adımın bir harfini atıyorum" dizesiyle de adından bir Y harfine veda eden Cemal Süreya’nın Elma adlı şiirini romandaki "O güzel yaz günü bir harfini düşürmüştü" sözü anımsatıyor.
Kurgudaki öznelliği yaratmak için uzun uzadıya ayrıştırmalara gitmek yerine sözgelişi: "Hiç bilmediğim bir ifadeyle bakışlarını üstüme dikip yüzümün ortasında bir büyük boşluk açtı." deniyor. Annenin terk ettiği bir ailede babanın şaşkın bakışlarının, zaten terk edilmişliğin hiçliğiyle yüz yüze kalmış olan çocuktaki etkisi bu. Yüzünde bir boşluk açılır. Giden anneyle beraber, uzaklaşan babanın da tepkisizliğinin yarattığı bir duygusuzluk, sessizlik, inleyememe... Bütün bunların romanda anlatıldığı yerde anlatıcı "Yüzümün ortasında büyük bir boşluk açtı" diyor. Bu ifadede şaşkın iki kişinin bakışması, üstün olanda aranılan tesellinin bulunamaması, kendi ruhu içine kapanıp yabancılaşma, çocuğun hayatı boyunca bir parçası olan annenin giderken götürdükleri hepsi bir arada bir "boşluk hissi” yaratmıştır. Ayakta durmak için yaslanacak bir yer arama ihtiyacını doğuştan getiren insanoğlunun boşluktan ürküntü duyması evrenseldir. Bağlılıklarıyla bir "kişi" olan insanın bağlılık umutlarının hepsinin kaybolduğu bu bakışma anında "boşluk" kavramının kullanılması evrensel bir dile işaret ediyor. Çocuğun yüzünün ortasında bir boşluk açılması her şeyi tanımlayan ve her şeye kendisini tanımlatan yüzüyle ilgili de bir yabancılaşmayı anıştırıyor.Roman buna benzer nice derinlikli ve açılımlı sözlerle oluşturulmuş.
Romanın üstmetninin, çağrışımlarının, temasının ve nihayet alt metninin kurgusu büyük bir ustalıkla okuyucusuna keyif veriyor. Bir çok okuma derinliğine seslenebilen romanda 'yazın'ın şiir, masal, destan, hikaye vb. yapılarından yararlanmış bir kesintisiz bütün çıkıyor ortaya.