| ISBN13 978-975-342-798-2 | 13x19,5 cm, 224 s. |
|
Vitrinde Yaşamak, 1992 | Yer Değiştiren Gölge, 1995 | Ev Ödevi, 1999 | Kötü Çocuk Türk, 2001 | Kör Ayna, Kayıp Şark, 2004 | Mağdurun Dili, 2008 | Sessizin Payı, 2015 | İkinci Hayat, 2020 | Örme Biçimleri, 2023 |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Kerem Eksen, "Gerilim ve mutluluk", Express Dergisi, Ekim 2011 Marx vakti zamanında söylemişti: "İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar, ancak istedikleri gibi değil." Sonra da eklemişti: “Tüm ölü kuşakların geleneği yaşayanların üzerine bir kâbus gibi çöker.” Nurdan Gürbilek’in Benden Önce Bir Başkası’na Marx’ın bu hatırlatmasından hareketle yaklaşmak yerinde olsa gerek. Nitekim Gürbilek de kitabının başlarında bu sözü anıyor ve ekliyor: “Yalnız tarihte değil, edebiyatta da böyle.” Oysa biz okurlar, bir kitabın başına ne kadar donanımlı ve soğukkanlı bir halde oturursak oturalım, bir nevi yenilik ve “biriciklik” heyecanının rüzgârına kapılmadan edemeyiz. Şu veya bu şekilde modernist bir sanat anlatısına bağlı olduğumuz için olsa gerek, edebiyattaki “devrimler” bizi ziyadesiyle etkiler. Edebiyat tarihini —özellikle de modern zamanların edebiyatını— bir doğumlar, yıkımlar, kopuşlar ve yenilikler tarihi olarak okumayı severiz: Bir gün Cervantes çıkagelmiş, yapılmayanı yaparak ilk romanı yazmıştır; Flaubert çıkagelmiş, gerçekçi tavrıyla Hugo’nun lirik dünyasını yerinden etmiştir; Proust hafızayı ve zamanı romanın merkezine taşıyarak Flaubert’in gerçekçi aynasını parçalamıştır; derken Joyce, derken Kafka, derken Butor... Marx’a dönelim: İnsanlar tarihi (ve devrimleri) kendi seçtikleri koşullarda değil, hazır buldukları, geçmişten devralınan koşullarda yaparlar. Bu sözden yola çıkıp edebiyata doğru yol alırken, Dostoyevski’nin “hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” sözünü hatırlayabiliriz belki. Bir kâbustan çok bir huzurun ifadesi gibi okunabilecek olan bu söz başka bir tarih anlatısına götürür bizi. Bu kez edebiyat tarihine bir etkilenmeler manzumesi olarak bakmak daha doğru görünür. Yapıtları, yaratıcı zihinlerden neşet eden kıvılcımlar olarak değil, (Gürbilek’in Cansever göndermesini ödünç alarak) “elden ele geçen karanfiller” gibi gördüğümüzde, yazarlar arasında şaşırtıcı akrabalıklar bulabilir, kendimizi sakin bir gelenekler tarihinin parçalanmaz akışına bırakabiliriz. Çoğunlukla iki yazarın birlikte okunduğu bu yazılarda, Gürbilek’in tercihini ikinci okuma biçiminden yana koyduğu ve edebiyat tarihini kopuşlardan ziyade bir etkilenmeler manzumesi olarak görme eğiliminde olduğu düşünülebilir. Ancak Marx’ın sözünü ettiği kâbus, burada kilit öneme sahip: Gürbilek böyle bir okuma yaparken, her şeyden önce bu etkilenmeler tarihinin sakin kabullenmelerden ve mütevazı “ustalara saygı” gösterilerinden ibaret olmadığını anlatmak istiyor. Bu etkilenme hikâyeleri, daha çok “gergin konuşmaları” ve “ebeveyn kavgalarını” getiriyor Gürbilek’in aklına. Ya da bir tür kâbusu... Etkilenme süreci her şeyden önce derin endişelere, bazen özgüvenin silinip gitmesine, bazen de hudutsuz bir öfkeye yol açıyor. Sonradan gelmiş olmanın verdiği gerginlik, bütün bu etkilenme ilişkisine damgasını vuruyor. Ancak Gürbilek bu gerginliği basit bir olumsuzluk ya da yetersizlikten ziyade, bir verimlilik umudu olarak görüyor. Tanpınar’ın konu edildiği “Büyük Tıkanma” metni buna iyi bir örnek. Tanpınar’ın günlükleri, Goethe’yle, Valéry ile ya da Yahya Kemal’le girdiği “hazin mukayeseler”den hep yenik çıkan bir başarısız şair portresi sunuyor bize. Ancak Gürbilek, bir üstadlar geçidi halini alan bu geçmişin yol açtığı Tanpınar’cı hüzünden çok, onun yanıbaşında —belki de tam ortasında— oluşan gerilime çeviriyor bakışını. Bu noktada “gerilim” kavramının sadece bu kitabın değil, tüm Gürbilek külliyatının ana damarlarından birini oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Gürbilek’in, eserleri “beğendim/ beğenmedim” indirgemeciliğiyle değerlendiren bir jüri-eleştirmen tavrına uzak durduğunu biliyoruz. Ancak bu, onun okuduğu yazarlara soğuk bir mesafe duygusuyla yaklaştığı ve beğeni konusundaki yargıyı tamamen okura bıraktığı anlamına da gelmiyor kesinlikle. Gürbilek çoğunlukla karşılaştırdığı iki yazardan birini diğerine tercih ettiğini bize sezdirmekten ya da açıkça ifade etmekten geri durmuyor. Sözünü ettiğimiz “gerilim” fikri de, buradaki tercihin anahtarı konumunda. Örneğin bir Dostoyevski okuru olarak Tanpınar’ın, yeraltının gerilimlerine katlanmak ve bunları roman dünyasına katmak konusunda yeterince cesur davranmadığını söylemekten çekinmiyor Gürbilek. Aynı Tanpınar’la Walter Benjamin birlikte okunduğunda, Gürbilek tercihini ikincisinden yana koyuyor: Evet, geçmişe yönelik ortak dikkatleri, bu iki yazarı yakın perspektiflerden okumamız için büyük olanaklar sunuyor olabilir. Ancak biraz derine indiğimizde, diyor Gürbilek, iki yazarın geçmişten aynı anlatıyı çıkarmadıklarını, Tanpınar’ın geçmişi “hayatın ahenk içinde olduğu mesut çağlar” şeklinde gördüğünü, Benjamin’inse bir barbarlıklar dizisi olarak ele aldığını hatırlatıyor. Gerilim teması, bu kez de geçmişin bugüne taşınmasında anlam kazanıyor. Kafka ile “ondan önce” yazmış olan Dostoyevski arasındaki karşılaştırma, bu “gerilim” kıstasının en berrak şekilde gözler önüne serildiği anlardan biri. Gürbilek burada kendini böcek gibi gören insanların doldurduğu Dostoyevski dünyasıyla, geri dönülemez biçimde böceğe dönüşmüş olan Gregor Samsa’nın dünyasını yan yana okuyor. Buradaki somut farklılıklardan biri şu: Dostoyevski’nin büyük romanlarında biraz da beklenmedik bir haber gibi çıkagelen kurtuluş umudu, Kafka’nın eserinde tamamen kapı dışarı ediliyor. Dostoyevski’nin kendini böcek gibi gören insanı, ender aydınlanma anlarında kendini Tanrı’nın merhametli bakışı altında görebilecek ve insanlığa dönmeye dair bir umut taşıyabilecek halde. Ancak Kafka’nın böceği, sadece bir böceğin yaşamını sürdürmek durumunda. “Gerilim” teması, kurtuluşun imkânsızlığı fikriyle bir arada çıkıyor artık karşımıza. Ve Gürbilek eninde sonunda tercihini bu imkânsızlıktan, bu şifasızlıktan, yani Kafka’dan yana kullanıyor. Ancak Gürbilek’in diğer kitaplarından da bildiğimiz gibi, bu gerilim ve beraberindeki “kurtuluşun imkânsızlığı” tercihi, Gürbilek’in bir yılgınlık yazarı olduğu anlamına gelmiyor. Bu imkânsızlık, bu kurtuluşsuzluk, saf bir melankolinin değil, yeni bir varoluş imkânının belirtisi olarak karşımıza çıkıyor Gürbilek metinlerinde. Kurtuluşun imkânsızlığı bizi hiçliğe değil, içinde muhtelif kuvvetlerin çarpıştığı, karşılıklı hücumlar ve dirençlerle örülü bir yaşama götürüyor bir anlamda. Gürbilek’in, Tanpınar’ın ustaları karşısındaki hüznünden bir gerilim çıkarmaya çalışmasının sebebi de bu. Bu yolla Gürbilek’in yazardaki yaşamsallığı harekete geçirmeye çalıştığını, Tanpınar’ın girdiği yeraltından sadece sefil “Kırtıpil Hamdi”yi değil, romancı Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da çıkarmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Benden Önce Bir Başkası’nda, Nurdan Gürbilek yazarlığının da kendine has bir gerilim hattı üzerinde gidip geldiğini görmek mümkün. Bu gerilimin ya da gerilim arayışının bizzat Nurdan Gürbilek’in yazarlığını da kışkırttığını, onu sürekli yeni hedeflere, yeni okumalara ve yeni fikirlere sürüklediğini söyleyebiliriz. Son söz olarak, kitabın Orhan Koçak’ı konu alan son yazısından bir alıntı yapalım. Gürbilek, Orhan Koçak okuduğu zaman aklından geçenleri şöyle tarif ediyor: “Bir düşünce iç gerilimlerinin hakkını verebilirse, dikkatini varacağı sonuç kadar izlediği yola da çevirebilirse, cümlelerine sızan sahtelikleri bir bir ayıklayabilirse, kendi ahmaklıklarının da bir bağlamı olduğunu anlayabilirse, kendini aldatmadan kendi sınırlarına kadar ilerleyip geri dönebilirse, kendi kendine uyguladığı zulümden direnç kazanarak çıkabilirse eğer – bilgi böyle böyle yanlışlığından uyanabilirse, yanlış yavaş yavaş doğruya dönüşürken çakan ışık yalnızca hakikat değil, mutluluk da vaat edebilir.” |