Bahar Çuhadar, ''Sultan’ın kudreti, Şair’in kibri'', Radikal Kitap, 1 Kasım 2013
Eminönü ve Karaköy’ü birbirine bağlayan, balıkçıların ve turistlerin meskeni Galata Köprüsü’nde sıradan bir gün. Martıların çığlıkları trafiğin keşmekeşine karışırken, oltasını denize salan, şair kılıklı bir adam. Bu balıkçı şaire yanaşıp “Ateşiniz var mı?” doğallığında ondan “mızrağını” geri isteyen, “Sultan” kılıklı bir başka adam. “Kılık” lafın gelişi; kimliklerini asıl açık edecek olan ağızlarından dökülecek ve bir atışmaya dönüşecek sözcükleri. Galata Köprüsü’nün eski İstanbul’u yenisine bağlaması gibi, bugünün İstanbul’undanmış gibi görünen bu iki adam da okuyucuyu/izleyiciyi yüzyıllar öncesinde yaşanmış olay, kişi ve düşüncelere götürecek.
Sema Kaygusuz’un kaleminden dökülmüş bir oyun metninin içindeyiz. Sultan ve Şair, okurlarının, Kaygusuz’dan okuyacağı ilk ama diline yabancılık hissetmeyecekleri bir oyun. Tek bir gün içinde, tek mekânda ve iki kişi arasındaki diyaloglar üzerine kurulmuş metin, okuru farklı yüzyıllardan dört kanlı vakanın içine çekiyor. Her biri dönemin farklı despot iktidarları ve o iktidarlara türlü şekillerle kafa tutan şairleri arasında geçen...
Oyunun Sultan’ı, kendi halinde balık tutan şairin karşısına her sahnede farklı bir halife/padişah olarak çıkıyor. Şair’e, iktidarı döneminde kendisine kelimeleriyle, düşünceleriyle nasıl da başkaldırmış olduğunu anımsatıyor önce. Vaktiyle onu alt etmek için canını nasıl aldığını anlatıp aralarındaki hesaplaşmada eksik kalan bir şeyleri tamamlamaya kalkışıyor. Kimi zaman katledilen şairin göğsünde unuttuğu, yakutla bezeli mızrak oluyor bu, kimi zaman şairin kellesi!
Fikirleri aykırı ve zararlı bulunduğu için yakılan, derisi yüzülen, türlü fenalıklarla katledilen şair/düşünürlerle, onların ölüm fermanlarını imzalayan despot liderler arasındaki husumet, tarihten gerçek kişi ve olayları anarak Galata Köprüsü’ne, günümüz İstanbul’una taşınıyor metin boyunca.
Önce dostu ve veziri, sonra kendisine ihanet ettiği için başdüşmanı haline gelen Arap şair İbni Ammâr’ı öldüren Endülüslü Abbadi Meliki El Mutemid ile 800’lere götürüyor bizi Kaygusuz, misal. Ya da “En-el Hak” düşüncesiyle, Tanrı’nın varlığını kendi varlığıyla açıklayan Hallac-ı Mansur ile Mansur’un katledilmesi emrini veren Abbasi Halifesi Muktedir Billah oluveriyor, Şair ile Sultan. Bir başka sahne Şair’i Hurufi bir derviş, Sultan’ı ise Hurufiliği önce kendine yakın tutan, daha sonra Tanrı’nın varlığını harfler, sayılar ve şekillerle yorumlayan bu inancın temsilcilerini öldürten Fatih Sultan Mehmet olarak çıkarıyor karşımıza.
İronik ve muzip
Şairlerin kibirleriyle padişahların kendi kudretlerine âşık halleri arasında dalgalanıyor, Kaygusuz’un ironik ve muzip replikleri. Açık ve sade ifadelere, esprili atışmalara, tasavvuftaki “En-el Hak” düşüncesini bir lüferin varlığında temsil etmesi gibi incelikli göndermelerin eşlik ettiği leziz bir oyun yaratmış Kaygusuz. Kudretle kibri, despotizmle özgür düşünceyi çarpıştıran, âdeta “tarihte olan hiçbir şeyin asla tarihte kalmayacağını” vurgulayan bir oyun bu. Kaygusuz’un Sultan ile Şair karakterleri nezdinde günümüze taşıdığı tarihi husumetlere dair bilginiz/ilginiz yoksa da dert değil. Son sayfasıyla birlikte El Mutemid ile İbni Ammar, Muktedir Billah’la Hallac-ı Mansur ve Fatih döneminden Hurufilerle daha derin bir tanışmaya heves edeceğiniz bir metin, Sultan ve Şair.
Kaygusuz’un not ettiği sahneleme kurgusu, seyirciyi avucuna alacak ironik replikleri, zamanda kırılma yaratan diyalogları ve edebi-tarihi derinliğiyle sahneye başka türlü yakışacak bir tekst... Bir küçük öneri: Oyunu sahnelemeye niyetlenecek topluluklar program kitapçığına, bahsi geçen tarihi kişiliklere/olaylara dair ufacık bilgiler not etmek gibi bir deneme yapabilir.
SULTAN: Bin yıl kadar once... Bahardı sanıyorum. Bağdat’taydık. Günlerce işkence gördünüz. Önce çarmıha gerildiniz... ardından deriniz yüzüldü, sonra dilim dilim kesildiniz, ayaklardan başlayarak... en yakın arkadaşlarınız çevrenizde ağıt yakarken ayaktakımı üstünüze taşlar yağdırıyordu. Yine de gülümsüyordunuz. Ürpertici bir şekilde gülümsüyordunuz. En sonunda kesilen kafanız bir sırığa geçirilip ibretialem olsun diye sokaklarda gezdirildi. Nasıl olduysa o kafa kayboldu. Müsaadenizle kafayı geri almaya geldim.
ŞAİR: Ne yapacaksın kafayı?
SULTAN: Müzeye koyacağım.
ŞAİR: (Sakindir) Anladım... gayet iyi anladım... berbat bir kamera şakası bu değil mi? Hiç komik değil! Sadece zevzeklik! Eğlenecek başka birini bul kendine. Sokakta televizyona çıkmaya meraklı bir dolu insan var.
SULTAN: Sizin gibi bir ermişe böyle alelade konuşmalar hiç yakışmıyor.
ŞAİR: Başlatma şimdi ermişine! Aksine, her cehennemin zebanisiyim ben.
SULTAN: Halbuki siz günahkârlara değil en çok Tanrı’ya yakındınız.
ŞAİR: Hadi oradan! Uluorta Tanrı’dan söz etmek bayağılıktır!
SULTAN: O yüzden mi “Ben Tanrı’yım” diye dolanıyordunuz Bağdat’ta?
Kitaptan