Lemi Özgen, “Balık düşünmez çünkü her şeyi bilir”, K dergisi, 3 Eylül 2010
Geniş omuzları, artık enikonu bir bıyık şeklini almış dudak üstü tüyleri, güçlü kasları ve yere sımsıkı basan kocaman ayaklarıyla bir delikanlıyı andıran kadın öğretmen, önündeki son kum tepesini de aştı ve biraz aşağılardaki köyü seyre durdu.
Sessiz bir Temmuz öğlesiydi. İnsansız, ağaçsız, hareketsiz ve tümüyle ıssız bir manzara gözlerinin önünde uzanıp gidiyordu. Güneş, tutuşmuş bir gökyüzünün yükseklerinde yanıp kavruluyor, kızgın kum tepeleri bu kadar uzaktan sanki alevler halinde yanan çalılar gibi görünüyordu.
Sonra ansızın fırtına başladı. Öğretmenin doğup büyüdüğü yer de çöle yakın sayılırdı ve orada da ara sıra fırtınalar olurdu ama böylesini o zamana kadar hiç görmemişti. Güneş bir anda yoğun ve sarımsı bir lös tozundan sönükleşti ve rüzgar inleyen kum yığınlarını hışırtılarla kovalamaya başladı. Rüzgar kuvvetlendikçe kum tepelerinin başları daha da koyu tütüyor, hava kumla doluyor ve bulanıklaşıyordu. Vakit gün ortası, gök de bulutsuz olduğu halde güneşin konumunu belirlemek imkansızlaşmıştı. Daha biraz önce yakıcı ışıltılarla dolu ve parlak olan gün, şimdi karanlık ve ölgün aylı bir gece gibi görünüyordu.
Genç kadın öğretmen ilk kez çölün derinliklerinde gerçek bir fırtınayla yüzleşiyordu. Sonra akşam oldu ve fırtına dindi. Çöl eski haline döndü. Öğretmen kumlarda kayarak aşağıya indi. On kadar evden oluşan köyün sakinleri onu karşıladı. Eskiden muhtarken, devrimden sonra bir anda henüz kurulmamış bir ‘kolhoz’un yöneticisi, parti sekreteri ve Kızıl Ordu Komiseri oluveren kır saçlı bir adam onu karşıladı. Biraz konuştular. Öğretmen kağıtlarını çıkardı. Çocuklara matematik, coğrafya, resim, müzik ve elbette ‘sosyalizmin temel kurallarını’ öğreteceğini söyledi.
Kır saçlı adam güldü. “Bunları boş ver” dedi. Sonra da “şu bizi, bizden öncekileri, her gün, her saat yavaşça boğup öldüren kuma karşı ne yapılabilir sen onu öğret asıl” diye konuştu. Ayağa kalktı. Uzaklarda bir yere bakarak, “artık sen bir kum öğretmenisin” dedi.
Öğretmen, uçsuz bucaksız Rusya’da ilk kez bir ‘kum öğretmeni’ olmanın ağır sorumluluğu altında sustu. Kendisine verilen odaya gitti. Yatağa uzandı. Yeniden başlayan fırtınanın savurduğu kum tanelerinin, camlara çarparken çıkardığı sesleri dinledi. Sonra, köy çocuklarının bozuk bir akorla söylemeye başladıkları akşam marşını duydu. “Yoldaş Lenin Öğretmenimizdir Bizim”. Uyudu.
Köyün birkaç kilometre ötesindeki bir başka köyde mühendis, iki gündür kazıklarla çevrelemeye uğraştığı kocaman alandaki çalışmanın sonunda bittiğini gördü ve çukurdan çıktı. Alan bir dağdan ta karşılardaki öteki dağa kadar uzanıyordu ve buraya “devrimin şanlı öncüleri olan işçilerin” hep birlikte yaşayacakları büyük bir site yapılacaktı.
Yanına gelen sendika temsilcisiyle konuştu. “Devrimci Yapı İşçileri Sendikası” temsilcisi, inşaata başlamak için gereken yüz kadar işçinin henüz gönderilmediğinden yakındı. Kalın kağıtlara sarılmış ‘kesmik’ tütünden sigaralarını tüttürdüler.
İlerilerde bir yerde genç bir kadın, kucağındaki ölü bir bebeği sımsıkı tutarak, saçları tarazlanmış yaşlı falcıyla konuşuyordu. “Mantar suyu iyi geldi” diyordu genç kadın. “Bebeğim senin verdiğin o suyu içer içmez uyudu, bak gözleri kapandı” diyordu.
Bembeyaz saçları birbirine karışmış yaşlı kadın da “mantar suyuna bandırdığım ve üstüne de o eğrelti otlarını döşediğim ekmeği yiyen herkes cennete gider” diye konuşuyordu. Bebeğinin “gözlerinin kapanmasına” memnun olan genç kadın, falcıya “borcunun” ne olduğunu soruyordu. Yaşlı kadın da “şu etekceğizinle evindeki ütüceğizini veriversen yeter” diye cevap veriyordu.
Mühendis ile sendika temsilcisi sigara içerek araziye bakmayı sürdürdüler. Gözün alabildiğine uzanan bu boşluğa, belki de on bin işçinin çoluk çocuğuyla birlikte yaşayacakları yepyeni bir kent kurulacaktı.
Mühendis, ‘ihtilalden önce’ işçilerin yaşadıkları o tek katlı ve bahçeli evlerin daha güzel olduğunu söyledi. Daha önce sıradan bir inşaat işçisi olan sendika temsilcisi mühendise baktı. Yapılacak inşaatın, işçi sınıfının burjuvalara karşı kazandığı zaferin bir simgesi olduğunu, bu nedenle bu kadar büyük tutulup, ‘her şeye tepeden bakacağını’ anlattı.
Yeni kurulan “İhtilalci İş ve İşçi Bulma Kurumu”nun göndermeyi taahhüt ettiği yüz kadar işçinin gelmesini beklediler. Mühendis o işçilerin inşaat alanının yanındaki çimenlikte öylece yatıp durduklarını gördü. Niye çalışmadıklarını sordu. Adamlardan biri “en büyük proleter güneştir yoldaş, o her şeyi halleder” diye cevap verdi. Yanındaki de “nasıl olsa devrim oldu, bundan sonra her şey kendiliğinden tıkırdar, çalışmaya gerek yok artık” diye seslendi.
Köydeki en tuhaf insanlardan biri olan Semyo, her zamanki gibi alet yapmayı sürdürüyordu. Nedir, savaş nedeniyle ortalıkta hiç maden, sac, metal kalmadığından, aletleri artık ağaç parçalarından yapıyordu. Şu anda da kalın bir kütükten kestiği parçayı kocaman bir tava haline getirmekle meşguldü.
Çocukluğundan beri onunla birlikte olan arkadaşı Zahar, tavayı yapmasının anlamsız olduğunu çünkü tahta bir tavanın ateşte yanacağını söyledi. Bir yandan da acıyla yüzünü buruşturup, midesini ovuşturuyordu.
Sonra ansızın “tava meselesinin” çok önemli olmadığını çünkü pek yakında öleceğini belirtti. Anlattığına göre, birlikte kaldıkları kulübenin yakınlarında bir kertenkele bulmuş ve onu kızartıp yemişti. Son lokmayı aldıktan sonra da kertenkelenin zehirli olduğunu anlamıştı. “Birazdan ölürüm herhalde” dedi. Biraz sonra da öldü. Semyo tahtadan bir tava yapmaya devam etti.
Hemen hemen aynı anda kadınlar ve çocuklardan oluşan bir kalabalık, köyün kenarından geçen ırmaktaki sazlara takılıp kalmış balıkçının ölüsünü sudan çıkarmaya çalışıyorlardı. Balıkçı Şaşa’nın ölümüne hiç kimse şaşırmamıştı çünkü son günlerde hep “ölümün nasıl bir şey olduğunu merak ettiğini” söylüyordu. Sonunda o sabah kayığına atlamış ve ırmağın en derin olduğu yerde kendisini suya bırakıvermişti. İşi sağlama almak için ayaklarını bağlamayı da unutmamıştı. Yavaşça şişmeye başlamış olan cesedi kıyıya çıkaran kadınlardan biri, çocuklara “olur olmaz her konuyu merak etmenin pek de iyi bir şey olmadığını” söyledi.
Sigaralarını bitiren mühendis ile sendika temsilcisi, henüz hiçbir işçinin çalışmadığı dev inşaat alanına doğru yürüdüler. Mühendis tekrar bu kadar büyük bir site kurmanın saçma olduğunu söyledi. Sendika temsilcisi de onu “proletarya düşmanı olarak” partiye şikâyet edeceğini söyledi. Yumruklaştılar.
Çukur, Çevengur, Dönüş ve Can gibi eserleriyle tanınan Rus romancı Andrey Platonov, kitaplarında gerçek ile gerçeküstünü birlikte kullandı. Eserlerini bazen mizah bazen de en uç noktada ‘saçma’ bir dille kaleme aldı. Sovyet yönetimi ve Stalin ile ters düştüğü için eserleri 1987’den sonra gün ışığına çıkabildi ve ancak o zaman ne kadar büyük bir romancı olduğu anlaşılabildi.
Andrey Platonoviç Platonov, 1889 yılında bir işçi ailesinin çocuğu olarak Voronej’de dünyaya geldi. Babası demiryollarında tornacıydı. Baba mesleğini seçen Platonov, 1913 yılına kadar dökümcülük ve tornacılık yaptı. İç savaşta Kızıl Ordu saflarında çarpıştı. Savaştan sonra Voronej Politeknik Üniversitesi’ni bitirdi. Rusya’nın kırsal bölgelerinde elektrik mühendisi ve arazi ıslah uzmanı olarak çalıştı. Devrimden pek haberi olmayan köylülere komünizmi anlattı. Kooperatiflerin kurulmasına öncülük yaptı. Bir parti komiseri gibi çalışarak, örgütlenme faaliyetlerinde bulundu.
1918 yılından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde makale, şiir ve denemeleri, 1926 yılından itibaren de kısa öyküleri yayımlanmaya başladı. Yeteneği Maksim Gorki tarafından keşfedildi ve Gorki’nin de çabalarıyla edebiyat dünyasına parlak bir giriş yaptı.
Nedir, Platonov’un eserlerinde kullandığı ‘absürd’ dil, Sovyet yöneticileri ile partinin pek hoşuna gitmedi. Özellikle Stalin, Platonov’un eserlerindeki gülünç ve saçma olayların, devrimi küçük düşürmeye çalışan girişimler olduğunu öne sürdü. Platonov’un kitaplarındaki kişileri kasten bozduğu bir dille konuşturması da Stalin’i kızdırdı. Kendisi bir Gürcü olan Stalin, Rusçayı belirli bir aksanla konuşuyordu ve muhaliflerinin alay ettiği bu aksanlı konuşmasının, Platonov tarafından bilinçli olarak kitaplara konulduğunu düşünüyordu.
Birkaç kez “özeleştiri” yapması istenen Platonov, eserlerinde gerçekçi davrandığını, devrimin ilk yıllarında gezdiği köylerin, komünizmden pek haberli olmadıklarını, haberi olanların da “artık her şey kendiliğinden düzelecek” düşüncesiyle çalışmadıklarını bizzat gördüğünü söyledi.
Stalin’in buna cevabı ise çok sert oldu. Platonov’un savunduğu gerçekçiliğin “burjuva gerçekçiliği” olduğunu söyledi. Bununla da yetinmedi ve Platonov için “aptal”, “hain” ve “salak” dedikten sonra, “Platonov bir süprüntüdür, süpürülmeli,” diye kestirip attı.
Sovyetler Birliği’nin tek adamı olan Stalin’in bu yargısından sonra Platonov gerçekten de “süpürüldü”. Kitapları toplatıldı. Yeni baskıları yasaklandı. Kendisi de “Komitet Gosudarstvennoy Bezopasnosti” yani kısa adı KGB olan Devlet Güvenlik Komitesi tarafından izlemeye alındı. Sudan bahanelerle sık sık tutuklandı. İsmi tüm resmi kayıtlardan çıkarıldı ve Platonov’a ‘hiç yaşamamış’ gibi davranıldı.
Platonov’un ailesi de bu yok etme hareketinden payını aldı. Büyük oğlu bilinmeyen bir nedenle gözaltına alındı ve Orta Asya çöllerine yakın yerdeki bir toplama kampına gönderildi. Platonov, Kum Öğretmeni adlı öyküsünde oğlunun kendisine anlattığı betimlemelerden yararlandı.
Platonov, “komünizmin felsefi roman”ı olarak değerlendirilen Çevengur’da sosyalizmin ütopyasına inanan ve bu uğurda kendini körü körüne feda eden idealistlerin yaşadıkları acılar ile karşılaştıkları hayal kırıklıklarını anlattı.
Çukur’da ise komünist hayallerin gerçekleşememesini anlatırken, büyük ölçüde arazi ıslah uzmanı olarak çalıştığı yıllarda tanık olduğu olayları dile getirdi. Çok büyük işçi evleri yapmak için bir araya gelen işçilerin, bir süre sonra “kendi kolektif mezarlarını kazdıklarının farkına varmalarını” anlatması, Sovyet şeflerini kızdıran ilk adım oldu.
Gogol’ün Ölü Canlar’ına gönderme yaparak kaleme aldığı Can romanında ise “açlıktan kırılan yoksul köy halkının hayatta kalma savaşıyla, Sovyet ekonomi politikalarının ne kadar çelişkili olduğunu” anlattı ve bu Platonov’un ipinin çekilmesi için son işaret oldu.
Yasaklandı. Hiç doğmamış ve yaşamamış gibi davranıldı. Hesaptan silindi. Adı unutturuldu. Platonov’un sadece kendisinin ve yakın çevresinin bildiği acılı yaşamı 5 Ocak 1951’de sona erdi. Gönderildiği toplama kampından verem hastalığına tutulmuş olarak dönen oğlundan aynı hastalığı kaptı. Baba ile hasta oğlunun birlikte barındıkları tek odalı bir dairede Platonov’un verem hastalığı hızla ilerledi. Gıdasızlık ve ilaçsızlık da bu hızı artırdı.
Platonov’un eserleri ancak Sovyet sisteminin tasfiye edildiği 1987 yılından sonra gün ışığına çıkabildi. KGB’nin el koyup gizlediği binlerce ‘sakıncalı’ kitabın yer aldığı ünlü “KGB Edebiyat Arşivi’nde bulunan kitapları, onun ne kadar büyük bir edebiyatçı olduğunu ortaya koydu.
Hayattayken dünyası bir karabasana döndürülen Platonov’un, “Rus edebiyatına yaptığı katkının, Kafka’nın batı edebiyatına yaptığı katkıdan daha fazla olduğu” söylendi. Adı bir gök cismine verildi. Birçok edebiyat ödülü ve mezarına konulan devlet madalyaları ile ‘onurlandırıldı’.
Platonov’un ölümünden çok sonra ortaya çıkan eserleri, batıda da büyük yankı uyandırdı. Romanları çok sayıda dile çevrildi. Bu arada Emir Kusturica'nın 1993 yılında çektiği ünlü Arizona Rüyası adlı filmde, Platonov’un Çevengur romanından etkilendiği anlaşıldı. Platonov’un bu romanda kullandığı “balık yaşam ile ölüm arasında durur, onun için yüzü ifadesizdir, düşünmez çünkü her şeyi bilir” şeklindeki konuşma, Kusturica’nın filminde “balık düşünmez çünkü o her şeyi bilir’ diye verildi.
Platonov da hep yaşam ile ölüm arasında durmuştu ve yüzü genellikle ifadesizdi. Belki de her şeyi biliyordu.
Kim bilir?