| ISBN13 978-975-342-733-3 | 13x19,5 cm, 168 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Behçet Çelik, “‘Yoksul ruhların’ hikâyeleri “, Star Kitap Eki, 4 Aralık John Berger, Kıymetini Bil Herşeyin’de 1899-1951 arasında Rusya’da yaşayan Platonov’un hikâyelerinde anlatılan yoksulluğun farklı bir yoksulluk olduğuna dikkat çekerken onun sıklıkla kullandığı “yoksul ruhlar” sözüne değinir. Berger’a göre, “yoksul ruhlar, (...) varları yokları ellerinden alınıp içlerinde uçsuz bucaksız bir boşluk oluşan ve bu boşlukta ruhlarından, yani sadece hissetme ve acı çekme yeteneklerinden başka bir şeyleri kalmayanlar[dır.]” Platonov’un yakınlardan yayımlanan Dönüş adlı kitabında da, çok zor koşullarda yaşamak zorunda kalmış “yoksul ruhların” hikâyeleri yer alıyor. Hikâyelerin büyük bölümü, önce emperyalist savaşın, ardından da iç savaşın büyük yıkımlara yol açtığı Sovyet Rusya’da geçiyor. Bu hikâyelerde yıllarca sürmüş yoksulluk ve sefalet sonucunda, tam da Berger’ın vurguladığı gibi acı çekmek dışında hiçbir şeyleri kalmamış insanların kurulmakta olan yeni düzen içerisinde kendilerini ve hayatlarını anlamlandırma çabalarına tanık oluyoruz. Dönüş adlı hikâyenin kahramanı İvanov, iç savaşın ardından terhis olduğunda kendini bir yetim gibi hisseder. Bu histen kurtulmak için “çabucak hayat davasına yöneliyor, yani kendisine bir meşguliyet ya da teselli yahut kendi deyişiyle basit bir geçici sevinç buluyor ve böylece yılgınlığından sıyrılıyordu[r.]” Bir başka hikâyedeki Yuşka’nın neden yaşadığı sorusunun yanıtı daha yalındır. “Anam babam doğurdu beni, onların keyfi böyle istemiş.” Yuşka sürekli itilip kakılan, çoklarınca yaşamasın kendisi dahil kimseye faydası olmayan biridir. Ama onun da yaşamayı sürdürmek için kendisine bir amaç bulduğunu hikâyenin sonunda öğreniriz. Bu soru, Platonov’un geçtiğimiz sene yayımlanan Çukur adlı romanının kahramanı Voşçov’un da aklını çelmiştir. O da “hayatın planını” anlamaya çalışmaktadır - “nesnelerin özü”nü hissetmeyenler insanların otomatiğe bağlandıklarını savunur. Öte yandan çalışmadığı için “hayatın özünü” yaşamamakla suçlanacak olan da o olur. Fro’nun kahramanlarından Frosya için kocasına duyduğu sevgiden söz etmek dışındaki hayat “sıkıcı ve ölü[dür.]” Frosya’nın babası hayatın anlamını çalışmakta bulmuş emekli bir makinisttir – “tatmin edemediği iş şehvetinden kudurmuş vaziyette[dir]” çoğu zaman. Frosya’nın kocası Fyodor ise “elektrik akımının gerilim seviyesini şahsi tutkusu gibi hissedebilen,” kendisini çalışmaya adamış biridir – çalışmadığı zamanı “gerçek hayat” saymaz. Kitabın en çarpıcı hikâyesi olan Potudan Nehri’nin kahramanı Nikita’nın yaşamak için tek ihtiyacı [sevdiği kadının] varlığının bilincinde olmaktı[r].” Sevgilisi Lyuba’nın halk akademisine gitmesinin nedeni şöyle özetlenir: “O yıllar tüm ilçelerde üniversiteler ve akademiler vardı, çünkü halk üstün bilgiyi bir an önce edinmek istiyordu; yaşamın anlamsızlığı, ayrıca açlık ve yoksulluk fazlasıyla paralamıştı yürekleri ve anlamak gerekiyordu, insanın varoluşu neyin nesiydi – ciddi bir şey miydi, yoksa bir şaka mı?” Yaşam yaşamaya değer mi? Bütün bu hikâye kahramanlarına topluca baktığımızda Platonov’un kafasındaki temel sorunsalın hem toplumsal hem de varoluşsal olduğunu, yeni bir düzenin kuruluşu sırasında, onca yoksulluğun ve zorluğun içerisinde, kadim bir sorunun, insanların yaşamayı sürdürmeleri için onları güdüleyen şeylerin neler olduğu sorusunun yanıtının da peşinde olduğunu düşünebiliriz. (Burada Camus’nün Sisyphos Söyleni’nin başındaki “Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir” cümlesini anımsayabiliriz.) Böylesine temel bir sorudan/sorunsaldan da yola çıkarak edebiyatını kuran Platonov döneminin öbür yazarlarından ayrı bir yerde durmuş, baştan verilmiş yanıtların değil, soruların peşinde olmuştur – üstelik bu sorular toplumsal-tarihsel olduğu kadar varoluşsal sorulardır. Ekim 1920’de Moskova’da düzenlenen Proleter Yazarlar Kongresi’nde katılımcılara sorulan, “Hangi edebi akımdansınız, ya da hangi akıma sempati duyarsınız?” sorusuna, Platonov’un, “Hiçbiri, kendiminki,” yanıtını vermesi de manidardır. Ne var ki onun bu eleştirel yaklaşımı sonraları Stalin’in hışmına uğramasına neden olur. Dönüş’teki hikâyeler farklı düzlemlerde okunabilir. En başta yukarıda sözünü ettiğim toplumsallıkla varoluş sorunlarının nasıl iç içe geçerek anlatıldığı noktasından ele alındığında, çoğu zaman birbiriyle karşıt olarak ele alınan bu iki bakış açısının kesiştiği bir açı olduğunu görmemize imkân sağladığı söylenebilir. (“Yoksul ruhlar” tabiri tam da bu açıya işaret eder.) Öte yandan kitaptaki bazı hikâyeler kadın-erkek ilişkisinin kendine özgü sorunları üzerinden de ele alınabilir. Potudan Nehri aşkın insanı sevdiği karşısında nasıl zayıf ve yaralanabilir hale getirdiğinin; zor yaşam koşulları altında aşkın nasıl mümkün olabildiğinin, insana büyük bir yaşama gücü verirken, aynı anda nasıl yaşamasız kıldığının eşsiz bir anlatısıdır bu hikâye. Dönüş adlı hikâyede de kadınla erkek karşı karşıya gelirler. Yıllarca savaştıktan sonra yurduna dönen adamın bütün haleti ruhiyesine sinmiştir savaşmış olmak, karısının çektiği zorluklar, sıkıntılar gözüne görünmez, onu anlamayı düşünecek halde değildir. “Bütün savaş boyunca çarpıştım ben, ölümü seni gördüğümden daha yakın gördüm...” der. Karısının yanıtı ilk anda adama bir şey dememekle birlikte, savaşın bir başka boyutunu gösterir: “Sen savaştın, benim de burada kanım donuyordu seni düşündükçe, acıdan ellerim titriyordu, ama çocukları doyurmak, faşist düşmanlar karşısında devlete faydalı olmak için dinç bir şekilde çalışmak gerekiyordu.” Toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden de okunabilecek bir hikâyedir bu. Fro isimli hikâye de erkekle kadının yeni düzendeki toplumsal rolleriyle bireysel arzularının kesiştiği ya da karşıt hale geldiği anların hikâyesidir. Dönüş’teki hikâyelerde yer alan çocukların durumları da dikkat çekicidir. İnek’teki oğlanla Dönüş’teki oğlan benzer biçimde zor koşullar içerisinde erkenden olgunlaşmışlardır. Dışarı sundukları o olgun duruşun ardında bir yanlarının halen çocuk olduğunu hikâyeler ilerledikçe görürüz. Büyümek her daim zor olmuştur, ama savaş ve yokluk zamanlarında çok daha zordur – büyürken karşılaşıp anlamaya çabaladıkları dünyanın zorluklarıyla da baş etmeye çalışmaktadırlar, görevlerini idrak etmiş ve kabullenmişlerdir, ama bir yandan da arzuları vardır. Kitabın son hikâyesinin kahramanı ise henüz beş yaşındadır. Annesi çalıştığı için evde bir başına kalmaktadır – tahmin edileceği üzere babası savaştadır. Çok erken yaşta yalnızlıkla tanışan Nikita’nın çocuklara özgü hayal dünyasının nasıl zedelendiği anlatılır bu hikâyede. Herkes sakat olmalı Çöp Rüzgârı adlı hikâye ise öbür hikâyelerin aksine SSCB’de değil Almanya’da geçiyor. Sene, Weimar Cumhuriyeti’nin bitip Nazi Almanya’sının başladığı 1933 senesidir. “Bütün insan kitleleri ya açlık ve delilikten ölüyor ya da devlet muhafaza güçlerine katılıp yürüyorlardır.” Lichtenberg isminde, birinci gruptaki “yoksul ruhlar”dan bir adamın hikâyesidir bu. Açlığın yanı sıra, görüp şahit olduklarının etkisiyle Lichtenberg neredeyse başka bir boyuttan bakmaya başlamıştır dünyaya – bedensel acılardan çok dış dünyanın aldığı ‘çöp’ hali canını yakmaktadır. Öyle ki Nazilerden dayak yerken yitirdiği organları için üzülmez, onları da “dünyayı saran havasızlıkta, hareketin garazkâr katılımcıları” olarak değerlendirir, ne de olsa o organlar acılarını artırıyordur. Üstelik, “sevgili, yekpare insan bedeninin vaktinin geçtiğini çoktandır kabullenmişti[r]: Herksin sakat olması gerekiyordu[r].” Bu hikâyede faşizmin dayandığı ekonomi-politik ile kitlelerle nasıl ilişki kurduğu çok çarpıcı biçimde gösterilirken, aynı zamanda insanın bedensel varlığını koruma güdüsünün düşünsel-duygusal karşılığını da sorunsallaştırılır. Lichtenberg’in dünyaya baktığı yerden yaşananların tarihsel-toplumsal boyutunun ötesi de görülmektedir. İnsana, insanlığa, adalet ve eşitlikten her an daha da uzaklaşan uygarlığımızın dününe olduğu kadar bugününe de ilişkin acı bir ağıttır bu hikâye. Berger’ın, neden “Modern yoksulluğu yaşamanın nasıl bir şey olduğunu Platonov kadar derinden kavrayan başka bir hikâyeciye rastlamadım,” dediğini bu hikâyeyle daha iyi anlarız. |