Savaş Kılıç, “Hiç bilen ile bilmeyen bir olmaz mı?”, Mesele Dergisi, Mart 2011
Rancière’in çıktığı yolda üç-dört dönemeçten geçtiğini görmek pek zor değil: Parlak, göstere göstere vaatkâr bir başlangıç: Kapital’i Okumak’ta “eleştiri” kavramıyla ilgili bir bölüm (seminer); ardından her büyük düşünürde görebileceğimiz bir “hocayla hesaplaşma”, sıkı bir kopuş: La Leçon d’Althusser. İkinci dönemeç, “paysızlar”ın ülkesine peş peşe gezintiler; dikkatli, keskin, içeriden bakışlar: 19. yy işçi kültürü üstüne yaptığı ampirik araştırmalar (La Nuit des prolétaires veya La Parole ouvrière ile Courts voyages au pays du peuple). Ampirik araştırmalara paralel olarak, neredeyse eşzamanlı yürüyen bir felsefi, daha doğrusu teorik düşün-se-me, kafa yorma, Batı felsefesinin “paysızlara” (yoksullara) ilişkin olarak ortaya attığı fikirlerin, takındığı tavırların sıkı, külyutmaz ve faka basmaz, tongaya düşmez bir eleştirisi: Filozof ve Yoksulları. Platon’dan Marx’a, Sartre’a ve Bourdieu’ye varan ince bir analiz, dört dörtlük bir yazılı söylem analizi. 1990’dan itibaren parça parça sunulacak özgün Rancière düşüncesinin sorunsalı bu kitapla ortaya konur: Batı felsefesi tepeden bakmak istemediğinde dahi, bilerek veya bilmeyerek, belki elinde olmadan hep tepeden bakmıştır yoksullara. Batı felsefesinin eleştirisi, dolayısıyla, yoksullara tepeden bakmayan bir felsefenin negatif başlangıcıdır – eskilerin (yani kadimler kadar modernlerin de) içinde yaşadığı binanın tahribi. Sırf yeni bir bina inşa etmiş olmak için değil, eskisi tarafgirlik ve adaletsizliğiyle yıkılmaktan başkasını hak etmediği için. Tarafgir, çünkü felsefe yapanlar felsefe yap(a)mayanlara üstün olduklarını (kendi kendilerine ve peşinen) kabul ederek inşa etmişlerdir binalarını: “İlahi” Platon, filozofu kral ve kralı filozof yapıp en üste yerleştirir; ekmeğini taştan çıkaranlara, “elinin getirdiğini yiyenlere” ise en alttan başkasını layık görmez. Madem ki İdea’dan nasipsizler, İdea’nın bekçilerinin varlığını sürdürmelerine hizmetten başkası düşemez paylarına. Yerler ve nasipler pay edilirken peki, filozof-kralın paysızlara üstünlüğünü öne sürmesini destekleyen ne vardı, kendi inancından başka? – Hiçbir şey, şüphesiz...
Demek ki paysızların, nasipsizlerin, yer-sizlerin felsefesinin ilk adımı eşitliği koyutlamak olacaktır: Cahil Hoca (Le maître ignorant). 19. yy uzmanı Rancière, “eşitlik aksiyomu”nu 19. yy’da bir düşünürün, unutulmuş gitmiş bir Aydınlanma filozofunun, her şeyden bir parça anlayan, ama sonuçta dürüst olan bir okutmanın, Joseph Jacotot’nun nasıl hayata geçirmeye çalıştığını keşfeder. Sosyal bilimlerin, felsefenin elma’sı onun başına düşmüştür: Restorasyon’la birlikte kendini sürgüne vurmuş bu hukuk mezunu retorik uzmanı, tek kelime Fransızca bilmeyen Flamanlara, kendisi de tek kelime Flamanca bilmediği halde felsefe öğretmek zorundadır – ikidilli bir Fénélon baskısı koşar imdadına; “öğrencileri”nin (!) kendi kendilerine Fransızca ve Telemak’ı öğrenmelerine kılavuzluk eder. Bu tuhaf deneyin sezdirdiği kaçınılmaz sonucu anlamakta hiç gecikmez Jacotot: Bilen ile bilmeyenin, öğreten ile öğrenenin eşitliği – ve Rancière ekler: Düşünen ile yapanın, filozof ile yoksulun, kavranabilir olan ile duyumsanabilir olanın eşitliği.
Öyleyse yoksulların felsefesinin ikinci adımı, filozofların üstünlüklerini dayandırdıkları “düşünme”nin, “kavranabilir”in sözde imtiyazı karşısına; paysızların payı olduğu için küçümsenen “eyleme”nin ve “duyumsanabilir”in felsefi eşitliğini koymaktır. İşte bu noktadan sonra Rancière’in dikkati duyumsanabilirin “pay edilmesine” (Le Partage du sensible), bölüş(tür)ülmesine, yani estetik’e/güzel-duyu’ya yönelir. Paysızların duyumsanabilirden paylarına düşeni nasıl aldıklarına; güzel-duyu üretenlerin paysızlara nasıl muamele ettiğine dikkatle bakar birbiri peşi sıra verdiği eserlerde (örneğin: Özgürleşen Seyirci). Bir bakıma ikinci bir ampirik araştırma dönemidir bu. Yine bir düşün-se-me süreciyle bütünleşecek bir dönem: Marksist sosyalizmin büyük eksiklerinden biri olan siyaset teorisine yapılacak katkılar, “eşitlik aksiyomuna” dayalı katkılar (Siyasalın Kıyısında, Uyuşmazlık, çev. Hakkı Hünler, Ara-lık, 2005).
Dikkat çeken eksik
Filozof ve Yoksulları’nda ilk bakışta göze çarpan bir eksik bulunur, teorik değil tarihsel bir eksik: Platon’dan 19 ve 20. yy’a sıçrar kitap, 17 ve 18. yy’ın filozofları analiz edilmez. Bu eksiğin gerekçesi son derece açık ve basittir görünüşte: Rancière’in uzmanlık alanı 19. yy’dır; esas amaç onu incelemektir, Platon ise Batı felsefesinin ezeli arkaplanı ve –bu konuda– mutlak kaynağı olduğu için yer bulmuştur. Amenna. Fakat kitabın ilk sayfasında bulunan Bay Descartes’ın Yaşamı’ndan alınma epigraf, bulunma amacı bu olmasa bile, başka yüzyılları araya –gizlice, korsan olarak– sokmakta. Descartes’ın yoksul bir İsviçreli köylüyle ilişkisini bulduğumuz anekdota, Rancière şüphesiz, filozofların yoksullara tepeden bakmasını örneklemek üzere yer vermiştir. Ama anekdot, Rancière’in düşündüğü kadar tek-anlamlı değil, bir hayli muğlak: Sonuçta İsviçreli köylüyü ilk iki ziyaretinde kapıdan kovan Descartes değil, “korumaları”; üçüncü gelişinde kapısını açan ise Descartes. Tanıdıktan sonra, zekâ ve bilgisini takdir edip astronomi bilgisini ilerletmesine yardım eden ve onu dostları arasına katan da Descartes. Dolayısıyla bu anekdotta bir âlicenaplık ve bir tepeden bakma edası olduğuna şüphe yok, ama öte taraftan Descartes’ın gösterdiği hüsnükabul de –Rancière’in ifadesini Jacotot’da bulmayı tercih ettiği– eşitlik aksiyomuna duyulan inancın bir tezahürüdür: Evet, Descartes’ın aksiyomu (“bütün akılların eşitliği”) sonuçta bilen ile bilmeyenin eşitliği değildir, ama ondan çok uzak da değildir. Arada birtakım başka farkların olduğu da doğru: Descartes’ın aksiyomu eskiler ile şimdikiler (modernler) arasındaki savaşta “şimdi”nin eşitliğini kabul ettirmek içindi; Jacotot’nunkiyse, ayrıcalıklı sınıf ile –bırakın ayrıcalığı– hâlâ hak-sız ve yer-siz olan sınıfın nesne (bilgi) karşısındaki eşitliğini kabul ettirmek için. Ayrı amaçlarla ortaya çıkmış olsalar da, aynı şeyi ifade etmekteydiler: akılların eşitliği. “Bir insanın bildiği her şeyi herkes öğrenebilir” diyen Jacotot, “İnsanlar arasında akıldan daha iyi paylaştırılmış şey yoktur” diyen Descartes’tan çok uzak değildir. Ayrıca, tarihsel olarak, “bilen ile bilmeyenin eşitliğini” öne sürmeyi mümkün kılan şey, “akılların eşitliği” önkabulüdür: Akılların eşitliği kabul edilmeden, bilen ile bilmeyenin eşitliği öne sürülemez.
Böyle olunca, Descartes eksiği çok dikkat çekmektedir. Üstelik hep “paydan”, “paylaştırmaktan”, bölüşümden söz eden birinin “aklın, sağduyunun eşit olarak paylaştırıldığını” söylemekle maruf bir filozofu es geçmesi manidardır. Bu eksiğin, bu suskunluğun işaret ettiği şey, yeni (“postmodern”, “postyapısalcı” denen) Fransız düşüncesinin anti-Descartesçılığıdır. Şüphesiz, “gizli saklı hakikat” ve “bilimsel yöntem” gibi kavramları en baştan ilkece reddeden Rancière, epistemolojik bakımdan Descartesçı değildir; ama Descartesçı metafiziğin temel aksiyomlarından birini, eşitlik aksiyomunu paylaşmaktadır – paylaştığını pek vurgulamak istemese de.
Eşitlik aksiyomu üstüne kurulu bir bilim tasavvuru mu?
Tarihin Adları: Bilgi Poetikası Alanında Bir Deneme öncelikle tarih “bilimi” alanında, ama genel olarak bilimin söylemi üstüne bir inceleme... Rancière için estetik, duyumsanabilir olanın paylaşımını inceleyen (politik bir) dalsa, epistemoloji de duyumsanabilir olana ilişkin bilgilerin üretim ve anlatımını inceleyen (yine politik bir) daldır. “Bilgi Poetikası” – yani bilgi’nin ifade bulduğu kalıpların incelemesi.
Rancière’in daha ilk epistemoloji metnini okuyup yayınladığı yıllarda her türlü “derinlik metaforu”nun simi dökülmeye, maskesi çatlamaya başlamıştı. Marksizmin altyapı–üstyapı ayrımı gibi, gizli Descartesçı olan birinci kuşak yapısalcıların “yapı” kavramı da, açıktan açığa Descartesçı ve ikinci kuşak, gelgeç bir yapısalcı olan Chomsky’nin “derin ve yüzey yapı” kavramları da çekiciliğini kaybediyordu. Rasyonalist Bachelard’ın “Yalnızca gizli saklı olanın bilimi olur” sözünü sloganlaştırmıştı Althusserciler, ama Althusser’den “ibret dersini” almış olan Rancière, bir “görünür”ün bir de “gizli saklı”nın olduğu bir topografyanın ister istemez o gizli saklıyı keşfetme, bulup çıkarma iddiasını, bu iddianın da sahiplerini (efendileri, hâkimleri, hükmedenleri, bilenleri, âlimleri), onların iktidarını, tahakkümünü ürettiğini fark etmişti: Görünür olanı cahillere, yoksullara, nasipsizlere pay ediyordu felsefe, sosyoloji, hatta Marksizm; gizli saklı olanı, geleneksel felsefenin “kavranabilir”ini, Descartesçı bilim felsefesinin “matematikleştirilebilir” olanını (Lacan’ın mathesis ve mathème’ini) ise filozofa, bilgine, bilim adamına, psikiyatra, sosyoloğa, ideoloğa vb...
Rancière’in geliştirmek istediği “bilgi poetikası”nın konularından biri bu işte: Bilim olmak isteyen disiplinler (yani genellikle sosyal bilimler adını verdiğimiz araştırma alanları), adına yaraşır bilimler olmak için kendi “gizli saklılarını” nasıl icat ediyor, uyduruyor, üretiyor? Tarihin Adları’nda bu soru tarih örneğinde, Michelet’den Annales okuluna varıncaya kadar ayrıntılı olarak inceleniyor.
Filozofun ikinci olarak önüne koyduğu sorular da şunlar: Tahakküm üretmeyen bir (sosyal) bilim (söylemi) nasıl inşa edilebilir? Tahakküm üreten mecazlar neler? Söz konusu “bilim”i muktedirlerin safına çeken, muktedirlerin elinden çıkma olduğunu ele veren mecazlar neler? Daha kısa ve basitçe soralım: Yoksulları, pay-sızları, yer-sizleri nereye ve hangi sözlerle yerleştiriyor sözü geçen söylem? Bu tür mecazlar nasıl yerinden edilebilir?
Varılacak değil kalkılacak yer olan eşitlik aksiyomu (zekâların eşitliği, bilen ile bilmeyenin eşitliği), her şeyden önce, gizlisi saklısı olmayan bir topografya gerektiriyor: Bir şeyin altta, öbürünün üstte durduğu hiyerarşik bir manzara değil, şeylerin yan yana geldiği ve birbiriyle karmaşık ağlar ördüğü yatay bir manzara, bir ufuk. Böyle bir metafizikte “hakikat”, görünürlerin, duyumsanabilirlerin altında/arkasında/ötesinde değil, arasında/ortasında tasavvur edilir. Bir bakıma “hakikat”, görünürlerin ve olanakların matrisinde bir yerdedir – hatta belki de bizzat o matristir. Bilgi poetikası matristeki olanaklardan hangilerinin gerçekleştiğini, öbürlerinin niçin gerçekleşmediğini araştırır. Bilgi poetikasının, Foucault’nun arkeolojisine yaklaştığı noktalardan biri budur: Belli bir anda belli bir “hakikat”i görünürleştiren koşullar nedir? Bu koşulların siyasal boyutları nelerdir?
Bana öyle geliyor ki, Rancière’in Bourdieu ile anlaşmazlığının kaynaklandığı noktalardan biri de bu: Bourdieu’nün saha sosyolojisi (ampirizmi), “gerçekliğin betimlemesi”ni hakikat saymakta, olanakların eksiksiz sayımı gibi görmektedir; bu durumda gerçekleşmemiş olanakların bulunabileceği, ayrıca bunların neden gerçekleşmemiş olabileceği sorusu, gözden kaçırılmaktadır. Foucault ve Rancière ise işe matrisle başlıyor genellikle: Önce bütün olanakları (olasılıkları) saptayıp, bunlardan gerçekleşenleri ve gerçekleşme şansını bulamayanları sıralıyorlar – gerçekleşmemiş olan imkânsız değil, sadece gerçekleşmemiştir (malum “imkânsız diye bir şey yoktur”, “gerçekçi olup imkânsızı istemek gerekir” vs). Gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesi tarihsel veya doğal bir zorunluluk değildir. Bu yaklaşım, düşünceyi gerçeklik ve betimlemenin kör noktalarından (bu arada sosyal “bilim”lerde, madunlara yönelik olası haksızlıklardan) koruyor. Basit bir örnek verirsem demek istediğim kolayca anlaşılacak, sanıyorum: Türkiye’nin GSYH’den kişi başına düşen gelire göre düzenlenmiş iller haritası ile internet üzerinden yapılan kitap satışlarının yoğunlaştığı iller haritası bire bir örtüşüyor; ama bu örtüşmeden okumanın zenginlere göre bir iş olduğu, yoksulların kitap okumadığı veya okuyamayacağı (“çünkü çok çalışıyorlar, zamanları yok”) türünden sonuçlar çıkarmanın aceleciliği, isabetsizliği aşikâr, çünkü istatistiklere yansımasa da kitap okuyan pek çok yoksul vardır (veya olabilir) – kapitalizmin bütün telkinlerine rağmen, yoksulluk ile (işbu örnekte) okuma arasındaki ilişkinin zorunsuz bir ilişki olduğunu biliriz. Olanakları göz ardı ederek salt “betimlenmiş gerçekliklere” bakanlar, okumamayı yoksulların tarihsel zorunlu niteliklerinden biri haline getirebiliyor pekâlâ – bilerek veya bilmeden.
Bilim felsefesi açısından Rancière’in Descartesçı olmadığı muhakkak; ama körü körüne bir ampirizmi de savunmadığı ortada. Görülür, duyumsanabilir olanı küçümsemeyen bir rasyonalizm; matris çıkarmaktan çekinmeyen bir ampirizm onunki. Genellikle politik önkabullerin emrine koşulmuş, varacağı sonucu başından bilen, hadi bilemediniz en iyi haliyle moda taklitçiliğine soyunan, neyi niçin yaptığını/yapacağını bilemeyen, hatta düşünemeyen “sosyal bilimlerimiz”den çok farklı. Neredeyse tek başına, entelektüel modalara prim vermeden, akademik modacılığın bir kreasyonuna dönüşmeden, kendi yolunu bulmaya ve inşa etmeye çalışan, bu arada kendi gençlik heyecanları dahil her şeyi sorgulamaya cesaret eden bir adam. Özgür düşüncenin tadına varabilmek için olduğu gibi, “beşeri” denen bilimlerin yöntem bilgisi adına düşünülecek sorunların neler olabileceğini görmek için de okunabilir.
Notlar
1. Söyleşilerini topladığı kitapta (Tant pis pour les gens fatigués, Paris: Eds. Amsterdam, 2009, s. 185, 411-3), sorular üzerine bu bağlantıyı biraz açtığını, Jacotot ile Descartes’ın konumları arasındaki nüansları kalın çizgilerle anlattığını görüyoruz.
2. “1844 Elyazmaları’ndan Kapital’e Eleştiri Kavramı ve Politik İktisadın Eleştirisi”, Kapital’i Okumak içinde, çev. Işık Ergüden, İthaki, s. 109-245.
3. Mesela bkz. “Sosyolog Kral”, Filozof ve Yoksulları, çev. A. Ufuk Kılıç, Metis, 2009, s. 199-240.