Rengin Arslan, "Oğuz Atay'dan Dostoyevski'ye Mağdurun Portresi", Remzi Kitap Gazetesi, Haziran 2008
Dışlanmışlık, hor görülme, mağduriyet, yer altı... Nurdan Gürbilek’in Mağdurun Dili kitabının son sayfasını okurken zihnimden geçen kelimelerdi bunlar. Her biri okuduğumuz kitapların, izlediğimiz filmlerin, pembe dizilerin hatta arabesk diye tanımladığımız müzik türünün ana temaları olarak düşünülebilir. Aynı sözcükler aynı zamanda ggüçlü, çarpıcı bir edebiyat eserinin, hatta Cemil Meriç’te olduğu gibi bir hayatın anahtar sözcükleri olarak da karşımıza çıkıyorabiliyor. Beceriksiz ellerde melodrama dönüşen, gülünç hale gelen, bilinçsiz duygu seli yaratan bu mağduriyet durumu duygular üzerine kurulan eserler, usta ellerde hayatın bir parçasının güzel anlatımına dönüşüyorgüçlü bir edebiyat yapıtına dönüşüyor . Bu sayede bu anlatımlarla şekillenen kitaplar yıllardır başucumuzda duruyor.
Gürbilek bu kelimelerin kitabında mağdurun, ezilmişin, tutunamayanın dilini, edebiyatta ele alınışını inceliyor. Bu üst başlık altında Dışlanmış ve horgörülmüşün edebiyatta yer bulurken karşı karşı kaldığı sorunları, belli başlı özelliklerini gün ışığına çıkarıyor. Bunu hemen hemen hiç soru işaretine yer bırakmayan bir titizlikle yapması, denemelerinin önemlitemel başarılarından biri. Bir bilim insanı gibi her cümlesinin arkasında duruyor, fikrini temelleyen unsurları okuyucuya aktarıyor. Bu sayede edebiyatta mağdurun, toplumun dışına itilmiş, ziyafet sofrasından uzaklaştırımış kahramanların dilini incelerken, onların bir portresini de çıkarıyor. hayat bulduğu eserler ve onları yaratan edebiyatçıların ışığında yeraltındakinin, itilmişin, tutunamayanın dilini inceliyor.
Yaptığı çalışmadaGürbilek'in çalışması iç içe geçmiş iki boyut katmandan var oluşuyor dersek yanlış olmaz sanırım. Birincisi Oğuz Atay, Dostoeyevski, Yusuf Atılgan ve, Cemil Meriç’in romanlarından ve yazdıklarından yola çıkarak mağdurun dili üzerine yaptığı kapsamlı çalışmainceleme. Bu boyutkatmanın, yapıt odaklı bir inceleme olduğunu söyleyebiliriz diyebiliriz. Diğeriyseİkincisi yazarı ve ve onun düşüncelerini, yazarınonun kendi yapıtına bakışını, yapıtıyla ve onunla ilşiişkisini ele alan ikinci boyut diğer katman. Çalışmanın bu iki boyutundaki iç içe geçmişlikği, kolayca savrulabilecek anlatımı bir arada tutmayı sağlıyor.
Yazının ilerleyen satırlarına bırakmadan belirtmeliyim: Gürbilek’in beş denemeden oluşan bu kitabı son zamanlarda elimde kalem, durmadan altını çizerek okuduğum nadir kitaplardan biri oldu. Okuru art arda çarpıcı tespit ve değerlendirmelerle tanıştıran bu satırların sırrı hem, yazarın düşüncelerini temelleyen alıntılardan okuru yoksun bırakmaması sunması hem de konuyu psikolojiden felsefeye, oradan eleştirinin inceliklerine uzanan bir çerçevede ele almasısıkı dokunmuş bir anlatıma başvurması. Gürbilek kaynakları zengin bir denemeler zinciriyle çıkıyor okurun karşısına.
“Horlanmanın Acısı” başlıklı denemesini, Dosteoyevski’nin eserlerini ve bunun yanında onun yazarlık yaşamını temeli üzerine inşa ediyor yazar. Horlanmayı ve dışlanmayı belki de en iyi anlatan cümlelere yer veriyor yazının girişinde. Bu cümle Dosteoyevski'ye ait: “Çocukluğumuzdan bu yana bize göz kırptığı halde bir türlü parçası olamadığımız bu sonsuz şölen de ne?”
Gürbilek, Rus yazarın kahramanlarından yola çıkarak sürekli başkasının bakışlarına maruz kalan, gururunu korumak için “çizmeyeşık kıyafetlere ihtiyacı olan”ların, davetlerden, şölenlerden mahrum bırakılan, herkesin eğlendiği yerden dışlanan, küçük görülen ve içinde yaşadığı “imkan”sız koşullarla hayalleri arasındaki gerilimin ortasında, hayatın akışının dışında kalan karakterleri inceliyor.
Özellikle görme-görülme ilişkisi yazarın sık sık başvurduğu anahtar noktalardan biri. Bir yanda ezilmiş ve dışlanmışıntutunamayanın, “mağrur ve zafer tutunan” sahibi tarafından görülmesi, öte yandan görüldüğü zaman maruz kaldığı bakışların karakteri bir sorunsaldır yansıttıkları mağdurlar için bir sorunsaldır. Eserin Kahramanın yaratıcısı olan yazarı için de aynı sorunsal bu kez Yusuf Atılgan örneğinde hayat bulur.
Gürbilek’in bu noktada Sartre’dan aktardığı görüşlere yer vermek açıklayıcı olacak sanırım: “... başkasının bakışına maruz kalmanın yabancı bir dünyada insanı gölge gibi izleyen bir bakışa mıhlanıp kalmak, o bakışı içselleştirmek anlamına geldiğini söyler Sartre. Kendimi görürüm çünkü biri beni görüyordur”.
Gürbilek’e göre Dostoeyevki’nin kahramanları, “Herkesin beni görmesini istiyorum (...) madem kahraman olarak görmüyorsun, alçak olarak gör, ama mutlaka gör!” der gibidir.
Dostoeyevski'nin kahramanlarıyla ilgili çok önemli bir başka yol gösterici de yazarın şu cümleleri: “Büyük hayallerle bunlara ulaşamayacak kadar aşağılık olduğu sezgisi, yüksek tahayyüllerle bir “'ayakkabı fırçası' ” kadar değersiz olduğu düşüncesi. Büyük bir gururla dipsiz bir hiçlik duygusu arasında yaşadığı gelgit, bütün bu savrulmaları tek bir kader gibi yaşayan Dosteoyevski kahramanlarının da anahtarı olmalıdır”
Gürbilek'in, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanından yola çıkarak kaleme aldığı deneme ise acının diline odaklanıyor, acının anlatılabilirliğini sorguluyor. Burada Atay’ın acıyı, mağdurluğu anlatma çabasındayken yazdıkları önemli: “İnsanlar acıklı sözler dinlemek istemiyorlar, onları üzmek çok zor: kitabı suratınıza kapatıveriyorlar; sıkışıp kalıyorsunuz sayfaların arasında”.
Acıklı, hüzünlü bir durumu yazarken bunu bir komediye dönüştürmek nasıl da anlık bir şeydir. Bu tehlike karşısında konumunu en iyi belirlemiş yazarlardan bir Atay. Onun Tutunamayanlar’daki dili, sözcükleri, ironik anlatımı acının anlatılabilirliğini sağlayan en temel öğe belki de. Gürbilek, Atay’ın dili üzerine şunları söylüyor: “Acıdan söz ederken bile oyunu devreye soktuklarından, dünyayı sırf acıdan yapılmış bir yer olarak görmeye direndiklerinden, acıyı hayatın temeli, dünyanın kurucu ilkesi saymaya razı olmadıklarından, kederli içeriklerden söz ederken bile sözüklerle oynamanın verdiği çocuksu hazzı yeniden yaşamamıza izin verdiklerinden (...) sırf bu özelliklerinden bile özgürlükle yakından ilişkilidir”.
Gürbilek’in kapısını araladığı bir önemli konu da, yazarın kibri ve “fildişi kule” kavramı. Bu sefer yazının nesnesi görülen veya bir türlü görünmediği için görünürlüğünü kazanmaya çalışan mağdur görme-görülme ilişkisi içinde sıkışan roman kahramanı değil yazının nesnesi. . Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanın son cümleleri denemenin çıkışla yazarın görünürlüğü “tetikleyici konumunda. “Sustu. Konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Gürbilek’in “Yazarın Kibri” başlıklı bu denemesinin merkezinde yazar ve okur arasındaki “bakış” ilişkisi var. Bir yanda okurun aynasında kendini görmek ve aynı zamanda görülmek için eline kalem alan, ama aynı zamanda anlaşılmayacağı kaygısını taşıyan ve belki de bu yüzden “anlamazlardı” demeyi tercih eden yazar.
Tam bu noktada yazarın kibri, toplumla, okurla ilişkisi geliyor gündeme. Gürbilek’in sorduğu birkaç soru, konuyu derinlemesine düşünmek için yol gösterici: “Okuru umursamıyormuş gibi davranırken alttan alta onun ilgisini çekmeye çalışıyor olabilir mi acaba yazar? Toplum tarafından değer verilmiyor olmanın yol açtığı mağrur yalnızlığa, buna eşlik eden bir yalnızlık estetiğine sığınıyor olabilir mi? (...) Kendine haksızlık yapan dünyaya duyduğu öfke, o dünyanın uzantısı olan okura yönelmiş olabilir mi?”
Nurdan Gürbilek, edebiyatla, ile ezilmişliğin, dışlanmışlığın, hor görülmüşlüğün buluştuğu noktada kapsamlı, eserleri derinlemesine ele alan denemeleriyle mağdurun dilini çevreleyen dünyaya kapıları açıyor ve okuyucuyu iyi bir edebiyat incelemesine kelimenin tam anlamıyla doyuruyor.