Giriş bölümü, s. 9-17.
Bu kitapta zor bir konuyu, en azından bana hep zor gelmiş bir konuyu, edebiyatın mağdurlukla ilişkisini ele almaya çalışacağım. Mağdurluğun, adına "edebiyat" dediğimiz anlatma deneyimini nasıl biçimlendirdiğini, ama edebiyatın da adına "mağdurluk" dediğimiz duruma nasıl bir ışık düşürdüğünü anlamaya çalışacağım. Kendini dışlananlara, horlananlara, haksızlığa uğrayanlara yakın hisseden bir edebiyatın imkânlarını, aynı zamanda da sorunlarını tartışacağım. Ama önce kitabı borçlu olduğum, deyim yerindeyse ilk kıvılcımı çakan yapıttan, onun bazı bölümlerinden söz etmek istiyorum.
Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ında beni en çok etkileyen bölümlerden biri, Selim'in bazı anları aklından çıkaramadığını anlattığı bölümdü. Atay'ın acıyı onca sayfa paranteze aldıktan, bir espri kabuğunun içine gizledikten sonra, okunu dosdoğru okurun kalbine yolladığı nadir anlardan biri. Unutamadığını anlatıyordur Selim: derede yıkanan çingene çocuğunu, çocuğun giysilerini başka çocukların alıp suya atmalarını, suda yüzen paçavralarına bakarak ağlayan çocuğu yirmi yıl boyunca unutamamıştır. Arkadaşlarının köylülerle alay etmelerini, onları durdurmadığı, onlarla birlikte güldüğü için duyduğu acıyı da unutamamıştır. Küçükken "öcü geliyo" diye dalga geçtikleri deli Rüstem'i, bar kızı Leylâ kendisine yüz vermedi diye beynine iki kurşun sıkan, insanlar kafasındaki delikle alay etmesin diye hayatı boyunca kalpakla dolaşan meyhaneci Hızır'ı, ortaokulda kekemeliği yüzünden arkadaşlarının alay konusu olan, havagazıyla intihar ettiği için evlerindeki soyağacında yağlıboyayla boyanmış titrek bir yapraktan ibaret kalan Ercan'ı unutamamıştır. Annesi Rus babası İtalyan olduğundan "gâvur" diye horlanan Altan'ı, kalabalık ailesiyle Evkaf apartmanının en üst katındaki yüzlerce odadan birinde oturan, sınıf birincisi olduğu halde ilkokuldan sonra elektrikçi çıraklığına başlayan Osman'ı, sakat olduğu için altını kirleten, misafirler görmesin diye yaz kış balkonda tutulan güzel yüzlü Ayhan'ı, el kapısında dünyaya gözlerini açan, kaderi hizmetçilik olan Kezban'ı bir türlü unutamamıştır.
Birçok yazarın elinde kolayca melodrama dönüşebilecek gerçeklerden –tek göz odaya doluşmuş kalabalık ailelerden, kaderi hizmetçilik olan kızlardan, sınıf birincisi olmasına rağmen çıraklığa mahkûm oğlanlardan– çocukluğumuzdan bu yana gözyaşı dökerek ama alttan alta gülünç de bularak seyrettiğimiz Yeşilçam filmlerinin bu kederli malzemesinden bir melodram etkisi yaratmadan, oradaki kederi bir ulusal mağduriyet hikâyesine doğru daraltmadan, belki hepsinden önemlisi sonunda tutunamayanların galip geldiği yatıştırıcı bir mazlumluk anlatısı da kurmadan söz edebiliyordu Oğuz Atay. Yalnız yoksulluktan da değil, aynı zamanda aşağılanmışlıktan, başkaları tarafından küçük görülüyor olmanın insanı nasıl yaraladığından söz ediyordu. Hatta bana öyle gelmişti ki Selim'in dertlerine derman olamadığı ama aklından da bir türlü çıkaramadığı "gerçek tutunamayanlar"ın yazgısında yokluk aşağılanmışlığı bir kadere dönüştürdüğü için Atay'ı bu kadar ilgilendirmişti. Bazı insanları tek bir bakış darbesiyle gülünçlüğe mahkûm ettiği için, kendini ele verme korkusu içinde daima ürkek, daima kırılgan, hep utanan taraf olarak yaşamak zorunda bıraktığı için yapıtlarının merkezine yerleşmişti. Kendi okumuş yazmış kahramanlarını da bir tutunamayan olarak, "gülünç olmaktan vebadan korkar gibi korkan" ürkek bir hayvan türü olarak, Tehlikeli Oyunlar'da olduğu gibi hayattan kaçıp hayali bir gecekonduya sığınmış insanlar olarak anlatmış olması boşuna değil. Bu dünyanın tutunamamışlarıyla kendi dışlanmış kahramanları arasında bir özdeşlik değil, ama bir benzerlik olduğunu anlatıyordu Atay. Selim'in dediği gibi: "Küçümseyici gülümsemelerinin beni gece yarısı uykumdan uyandırdığını, sabaha kadar yatakta kıvrandırdığını bilseler..."
Bir de mahkeme sahnesi vardı romanda. Başkalarını utandıranların, utançlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamadıkları ödeşme ânı. Bu kez yargıç kürsüsünde horlananlar, sanık sandalyesinde "onlar" vardır. Devasa romanındaki şaka örtüsünü ucundan bir kez daha kaldırarak, upuzun bir liste halinde, sanki hiçbir şeyi dışarıda bırakmama gayretiyle şöyle tanımlamıştı "onlar"ı orada Atay: "bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terk eden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar..."
Birbirini tamamlayacağını umduğum beş uzun denemeden oluşuyor Mağdurun Dili. Yoksul, taşralı, çingene, sakat ya da "gâvur" olmamız şart değil. Horgörülmenin ne demek olduğunu hepimiz az çok biliriz. Az ya da çok: Hepimizin kendini başkalarının karşısında zavallı, savunmasız, gülünç hissettiği anlar mutlaka olmuştur. En azından çocukken yaşadıklarımız başkaları tarafından küçük görülmenin, hatta bazen hiç görülmemenin insanı nasıl yaraladığını sarsıcı biçimde göstermiştir. Çok sonra başka nedenlerle küçük görüldüğümüzde, bunu genellikle o erken deneyimin diline çeviririz. Öyle olmasa bile "küçümseyen, çaresiz bırakan, değer vermeyen" ötekinin dünyayla henüz tanıştığımız yıllarda açtığı yara bize aşağılanmışın ne yaşadığını anlamamızı sağlayacak anahtarı sunar. Büyümeye çalıştığımız sırada biri bizi küçük görmüş, hayata tutunabilmek için görülmeye muhtaç olduğumuz sırada görmezden gelmiş, sanki biz orada yokmuşuz gibi davranmıştır. Yalnızca başkaları bizi aşağıladığında ne hissettiğimizi değil, biz başkalarını aşağıladığımızda onların ne hissettiğini, hepsinden önemlisi aşağılanmayı bir kader olarak tekrar tekrar yaşayanların ne hissettiğini de bu yüzden bütün boyutlarıyla anlamasak bile az çok sezeriz.
Bu belli belirsiz sezgiyi edebiyat yapıtlarının sunduğu imkânlarla belirginleştirmeyi deneyeceğim burada ben. Kavramsal düşünce önemlidir; ama kavramların bazen taşlaştığını, kavramaya aday oldukları içerikleri anlatmak şöyle dursun, anlatılmalarının önünde bir engele dönüştüğünü biliyoruz. Belki en çok bu yüzden, yaşantının sarsıcı içeriğinin unutulmasına razı olmadığı için önemlidir güçlü edebiyat. Yalnızca aşağılanmışlıktan değil, kendini "iğrenç bir paspas" gibi hissediyor olmaktan söz eder örneğin Dostoyevski. Kendini bir "paçavra", bir "ayakkabı tabanı" gibi görmekten, başkalarının gözünde olduğu kadar kendi gözünde de bir solucana, bir fareye, bir böceğe dönüşen insanlardan söz eder. "Ben alttaysam ve dışlanmışsam," der Suç ve Ceza'da Marmeledov, "ilk önce kendim kendimi aşağılamaya hazırımdır."
Aşağılanmış olmanın insanı bazen nasıl kapanmayan bir yaradan ibaret bırakabileceğini sanki bütün yönleriyle anlayalım diye dokumuş gibidir Dostoyevski romanlarını. İki hayvanın bakıştığı, birbirini bakışlarıyla tehdit ettiği sahne: cüssece küçük olan, büyük dik dik baktığında gözlerini yere indirir. Ama bir de görmezden gelinebilecek kadar küçük, ezilip geçilecek kadar değersiz olanlar var. Kumarbaz'da Aleksiy sokakta göz göze geldiği baronesin kendisine bir solucanmış gibi baktığını düşünür. Yeraltından Notlar'da yeraltı adamı başkalarının gözünde bir sinek kadar değeri olmadığına inanır. Karamazov Kardeşler'de İvan kendini bir tahtakurusuna benzetir. Öteki'nde Golyatkin bir böcek gibi yerin altında kaybolmak ister. Suç ve Ceza'da Raskolnikov böcek değil insan olduğunu kanıtlayabilmek için kan döker. Sonunda yine kavramlara varırız; ama tekil deneyimin çarpıcı içeriğini, kendini solucanmış gibi hisseden insanın ürkekliğini, oradaki korku ve öfkeyi bir kez daha kavramın içine çekmiş, kavramı yeniden şekillendirmeye çağırmıştır edebiyat.
Yine de en az bunun kadar önemli bir başka özelliği daha var güçlü edebiyatın. Bazı fikirlerden, bazı kararlardan, bazı cümlelerden ibaretmiş gibi düşündüğümüz insan bilincini bütün kararsızlıkları, çoktan bastırılmış sesleri, henüz kurulmamış cümleleriyle bir çatışma alanı olarak görme, bu birbiriyle yarışan sesleri aynı anda duyabilme yeteneği. Yine Dostoyevski'ye başvuracağım. Ezilmiş ve Aşağılanmışlar'ın yazarının en güçlü yanlarından biri, "ezilmiş ve aşağılanmış"ın bilincinde, biri diğerini tam susturamadığı için yan yana var olan karşıt sesleri aynı anda duyulabiliyor olmasıydı. Bu yüzden çoğu zaman klişelerle yaklaştığımız, tek bir sesten ibaretmiş gibi düşündüğümüz mağdurluğu bütün karmaşıklığıyla, meydan okumayla incinmişliğin, isyanla gücenmişliğin, öfkeyle korkunun aynı anda mayalandığı bir "yeraltı" olarak, böyle karmaşık bir toplumsal-ruhsal mekânla ilişkilendirerek anlatabilmişti. Dostoyevski'nin yalnızca Yeraltından Notlar'da değil, mağdurlarla ilgili diğer romanlarında da şekillenen "yeraltı" gerçekten parçalanmış, kararsız bir mekândır. Toplumu oluşturan sahte erdemlere yönelik yıkıcı eleştiriyle bu değerleri değiştiremiyor olmanın yol açtığı tıkanma duygusunu, uygarlığın yeraltına ittiği tekinsiz içeriklere sahip çıkma çabasıyla bunu topyekûn bir saldırıya dönüştüremiyor olmanın verdiği engellenmişliği, yasa-tanımazlığın verdiği cesaretle horlanmış olmanın açtığı gurur yarasını, nihayet yasaya meydan okuma kararlılığıyla meydan okunan tarafından görülme isteğini aynı anda anlatıyor, bütün bu karşıt sesleri birbiriyle mücadelesi içinde aynı anda duymamızı sağlayabiliyordur Dostoyevski. Romanda bu çoğul anlatım önemlidir; çünkü bir yandan bize aşağılanmışın acısını, bastırılmış olanın neden yıkıcı bir enerjiye sahip olduğunu anlatır; ama diğer yandan mağdurun bazen neden bir eziklik ve ıstırap (hatta bir intikam ve hınç) diline kilitlendiğini, bugün bastırılmış olanın yarın hangi içeriklerle geri dönebileceğini, bugün aşağılanmış olanın yarın nasıl kendinde başkalarını aşağılayacak enerjiyi bulduğunu, nihayet mazlumluğun bazen neden baskıcı iktidar taleplerinin temel harcına dönüştüğünü de anlamamızı sağlar.
Mağdurun Dili'nde bu çatışmalarla dolu mekâna Dostoyevski' nin, Yusuf Atılgan'ın, Oğuz Atay'ın, Cemil Meriç'in yapıtlarının ışığında bakmaya çalışacağım. Bu dört yazarın birçok ortak yanı var. Zaten son üçünün, Atılgan, Atay ve Meriç'in kendilerini Dostoyevski'ye yakın hissettiklerini biliyoruz. Atılgan kendisini etkileyen yazarlar arasında Çehov, Faulkner, Joyce, Sartre, Camus, Vüs'at O. Bener ve Sait Faik'le birlikte Dostoyevski'yi de sayar. Atay'ın en sevdiği, kendi deyişiyle "tutunduğu" iki yazardan biri Kafka, diğeri Dostoyevski'dir. Düşünce dünyasına romanlar aracılığıyla girdiğini söyleyen, birçok sorunu edebiyat üzerinden tartışan Meriç de yakın bir dostuymuş gibi söz ettiği Dostoyevski'yi ("Dosto") büyük kılavuzlarından biri sayar.
Yine de beni burada bu üç yazara yakından bakmaya iten Dostoyevski'den etkilenmiş olmalarından çok, üçünün de farklı biçimlerde dışlanmışlık ve mağlupluktan yapılma yeraltı dinamiklerini yapıtlarının merkezine koymuş olmalarıydı. Yusuf Atılgan Dostoyevski kadar varoluşçuluğun da izini taşıyan romanlarıyla –gönüllü sürgünlükle incinmişlik arasında gidip gelen aylak adamı, aynı anda hem mağdur hem cani olan Zebercet'iyle– Dostoyevski'vari bir yeraltının Türkçedeki en çarpıcı örneklerini vermişti. Oğuz Atay yalnızca "tutunamamanın acısı"nı değil, aynı zamanda bu acının bir dilsel şiddete maruz kalmak anlamına geldiğini, "aşağılayan, ezen, soluk aldırmayan kelimeler"le savaşmayı gerektirdiğini de anlatmıştı. Acının bir inandırıcılık kaybına yol açmadan, acı çekeni küçük düşürmeden, onu aynı zamanda yüceltmeden nasıl anlatılacağını sorun edinenler için muazzam bir ufuk sunar yapıtları.
Cemil Meriç'e gelince. Doğu'nun yağmalanma tarihinden olduğu kadar kendi kişisel hikâyesinden de ("horlanan göçmen çocuğu" olmasından) yola çıkarak bir mağlupluk anlatısı kurmuş, bazen bütün dünyanın hakir görülmüş kavimleriyle, bazen Avrupa'nın talan ettiği aç Asya'yla, bazen mağrur bir Doğu'yla, çoğu zaman da mukaddesleri çiğnenmiş bir Türk-İslam medeniyetiyle özdeşleştirdiği "mazlum"un yanında yer almıştı. Gergin uçlar arasında savrulmaktan çekinmeyen cümleleri, sevgileri kadar kinlerini de hissettiren üslubu "bu ülke" yazarını şekillendirmiş yeraltı dinamiklerini anlamamız açısından önemlidir. Yalnızca başkalarının iktidarının değil, bazen kendi iktidarsızlığımızın da sorun yaratabileceğini gösterdiği için, bunun yalnızca tanığı değil, örneği de olduğu için önemlidir yapıtları. Kendisini Don Kişot'a, Emma Bovary'ye benzetir; Julien Sorel'le kıyaslar Meriç. Ben de onu bir fikir adamı, bir üslupçu olduğu kadar, düşünsel-duygusal gelgitleriyle bir roman kahramanıymış gibi de ele alacağım bu kitapta.
Dostoyevski, Atılgan ve Atay'a dönersem, kuşkusuz başka yapıtlarda da varolan kararsızlık anlarından, yapıtta derin izler bırakan bir metinsel gelgit oluşturabilmişti bu yazarlar. Gerçi genellikle öyle okunmazlar. Birçoğumuzun gözünde Dostoyevski isyankâr bir yeraltının, Atılgan özgürleştirici bir aylaklığın, Atay şahane bir tutunamamışlığın savunucusudur. Yazdıklarında böyle bir savunma hattının hiç olmadığını söylemiyorum. Ama bu yazarları önemli kılan, o hattı savunabilmek için bütün yıkıcı enerjilerini serbest bırakmaları kadar, bunun yanı başında işleyen bir başka düşünsel-duygusal aygıtı, onu bu kez sorunsallaştırmamızı sağlayacak bir ikinci duygu-düşünce kulvarını da yapıtlarının içine yerleştirebilmiş olmalarıdır. Leylâ Erbil'in Cüce'deki eşsiz imgesiyle söylersem bir "çiftkalplilik"e, yapıtlarının içinde iki kalbin aynı anda atmasına izin vermiş olmalarıdır. Yeraltının karmaşık dinamiklerini anlatan bir edebiyat için bunun ne kadar değerli olduğunu tartışma fırsatımız olacak ilerde.
Bazı konulardan söz ettim, ama edebiyat yapıtlarını tarayan tematik bir çalışma değil Mağdurun Dili. Böyle bir çalışma için birçok başka yapıta, hem Türkçe hem başka dillerde yazılmış yapıtlara, yalnızca romanlara değil, başka türlerde verilmiş yapıtlara da girmek gerekir. Aşağılanmanın ardındaki ruhsal dinamikleri açıklamaya çalışan bir kitap da değil. Bütün bunlar yapıt yaratma sürecinin kendisini ilgilendirdiği ölçüde bu kitabın konularından olacak. Aslında iki şeyi aynı anda yapmaya çalışacağım burada. Birincisi, evet, bazı edebiyat yapıtlarından yola çıkarak bakışın nasıl bir şiddet içerdiğini; görülmenin, horgörülmenin, hiç görülmemenin neden bazı yazarların merkezi problemlerinden biri olduğunu, fakirlikten ya da yokluktan söz ettiklerinde bile neden ısrarla gurur yarasını anlattıklarını açıklamaya çalışacağım. İkincisi, aynı "bakış" öyküsü edebiyatın kendisini, yapıt yaratma sürecini nasıl etkiliyor, bunu anlamaya çalışacağım.
Edebiyatın "görme" gücünden söz ederiz çoğu zaman. Edebiyat yapıtının gündelik dilin görünmez kıldığını yeniden görülebilir hale getirdiğini; gerçeğe ayna tuttuğunu, geçmişe ışık düşürdüğünü, iç dünyayı aydınlattığını söyleriz. Güçlü edebiyat yapıtlarının böyle bir gücü olduğundan ben de söz ettim yukarıda. Ama edebiyatın yalnızca "gören" değil, aynı zamanda "görülen" olduğunu da unutmayalım. Var olabilmek için başkasının bakışına muhtaç olan şey: bakışın yalnız öznesi değil, aynı zamanda nesnesi. Halid Ziya'nın Mai ve Siyah'ının şair kahramanı Ahmet Cemil'in ağzından söylediği gibi, insana "ben bugün şu toprak parçasının üzerinde birisiyim" dedirtecek emsalsiz yapıtı yaratabilmek için, ne kadar kendine yeterliymiş gibi davranırsa davransın bir aynaya, başkası tarafından görülmeye ihtiyacı var yazarın. Edebiyatın seyirlik yönünün hiç olmadığı kadar öne çıktığı, yazarın başkasının gözünü her an üzerinde hissettiği, hatta gözetlendiğini bilerek yazdığı bir çağda bunun başlı başına bir probleme dönüştüğünü hepimiz zaten biliyoruz.
Başkasının bize bakıyor olması, der Sartre Varlık ve Hiçlik'in ünlü "Bakış" bölümünde, başkasının yargılayan, küçük düşüren, utandıran bakışının nesnesi olduğumuzu, o halde savunmasız, kırılgan, incinebilir olduğumuzu gösterir. Bakışın, çoğu psikanaliz kuramının vurguladığı aynalayıcı özelliğine değil, oradaki egemenlik ilişkisine, ötekinin bakışının tek taraflılığına, bunun yol açtığı tedirginliğe çevirmişti Sartre esas dikkatini. Evet, görülmek ister yapıt; ama psikanaliz kuramlarının bize ısrarla anlattığı görülme ihtiyacı aynı zamanda bir huzursuzluğu, bu kez Sartre'ın anlattığı görülme tedirginliğini de beraberinde getirmiş gibidir. Yazan herkes bilir: günlerce düşünülerek kurulan cümle, aylarca çalışılarak çatılan yapı, yıllarca didinerek ortaya koyduğumuz yapıt pekâlâ küçük görülebilir; hatta bu devasa vitrinde hiç görülmeyebilir. Bir türlü yayımlatamadığı, yayımlanınca hiç ses getirmeyen Hind Edebiyatı' nın kendisi için utanılacak bir şeye, "hatırlanmasından utanılan, gayrimeşru bir çocuk, hayırsız evlat, sarsak bir kızkardeş gibi bir şey"e dönüştüğünden söz eder Cemil Meriç. Yazarın kendini bir tutunamayan olarak hissetmesinde, yaralı bir gururla yeraltına çekilmesinde, ya da Meriç'in yaptığı gibi kendini bir "ezeli mağdur" olarak tanımlamasında bunun da payı yok mu?
Aynı anda hem acı hem incinmişlik hem de büyük tutkulardan yapılma bir "yeraltı trajedisi"nden söz ediyordu Dostoyevski. Romanlarında bu trajedinin çoğu zaman büyük hayallerle engellenmişlik duygusu arasında bocalayan okur yazarların kaderi olması tesadüf değil. Bütün bunları tartışma fırsatımız olacak ilerde. Şimdilik şunu söylemekle yetineceğim. "Ezilmiş ve aşağılanmış"ın içine sürüklendiği yeraltı üzerine düşünmek, yalnızca ihlalden değil, aynı zamanda gurur yarasından da oluşan bu toplumsal-ruhsal mekân üzerine düşünmek, başkaları tarafından görülme arzusuyla küçük görülmenin yol açtığı hayal kırıklığı üzerine düşünmek, o halde aynı zamanda edebiyat üzerine, yazarı büyük arzularla birlikte bir kez daha bir büyük tıkanmanın içine çeken bugünün seyirlik toplumu üzerine, bu toplumun yazara sunduğu açmazlar üzerine de düşünmek demektir.
Yazının başında sözünü ettiğim, sanık sandalyesinde oturan "onlar"a gelince. Evet, bir karşı-yargılama ânı var. Güçlü romanlar, "eziyet eden, hor gören, alay eden, çaresiz bırakan, baskı yapan, istismar eden onlar"ı yargılayanlar, yapıtlarının bir köşesine bir mahkeme sahnesi kuranlar arasından çıktı. Ama güçlü romanların, yazarın "onlar"ı aynı zamanda kendinde, kendi yapıtında kıstırmasına imkân tanıdığı için güçlü olduğunu da unutmayalım. "Onlar"ı kendinde kıstırabilmek: Edebiyattan aldığımız zevkin bir bölümü bunu yaparken harcadığımız emeğin ödülü olabilir mi acaba?