Esin İleri, "Gitmek, kaçmak ve dönmek üzerine", Yeşil Gazete, 23 Mayıs 2020
Nurdan Gürbilek’in son kitabı İkinci Hayat: Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler, mikro düzeyde evde kalabilen ve kalamayan ayrımının sivrileştiği, makro düzeyde ülke hatta şehir sınırlarının kapatıldığı bu günlerde -tesadüf diye bir şey var mıdır?- okuyucuyu yer, yurt, ev, sınır, coğrafya kavramları üzerine düşünmeye davet ediyor. Felsefeden şiire, edebiyattan romana geniş bir alanda gezinerek gitmeye, kalmaya, yazmaya hatta hayallerimize ve içimizdeki o büyük sıkıntıya dair fragmanlara bir bütün halinde bakınca, bize yalnız olmadığımızı, o büyük insanlık komedyasının pek de özel bir parçası olmadığımızı hatırlatıyor.
“Herkesin güvenli bir eve (Heim) ihtiyacı vardır. Ama o güvenli evin içinde daima bir sır (Geheim) vardır. Herkesin başını sokabileceği güvenli bir eve ihtiyacı vardır.” (s.11)
Salgın ve eve kapanma sürecini şiddet gören kadın ve çocuklar açısından düşünelim mi? Yıllardır kadın örgütlerinde canla başla emek veren bir arkadaşım, yalnızca geçen hafta dört kadının evini değiştirmek ve izini saklamak için ne kadar uğraştıklarını anlatıyordu. Gözle görülmeyen virüslerden korunmak için girilen evlerde, görüp de yaygın olarak görmezden gelinen “ev içi” şiddetle karşılaşıyoruz. Biz kadınlar için “ev” bir güvence sunmuyor, “sıcak yuva” ise bir masal. Kitapta Gürbilek’in Freud’dan yola çıkarak yazdığı gibi, “Bizde esas endişe doğuran şey yabancı ya da bilinmeyen değil, içten içe tanıdık olandır.” (s.51)
Gidenle dönen kişi aynı mıdır?
Kitabın ikinci bölümü Eve Dönmenin Yolları’nı okurken, Joachim Du Bellay’nin (1522-1560) “Heureux qui çömme Ulysses” şiiri kafamda dönüp durdu. Türkçe çevirisini bulamadığım için hızlıca aktarmaya çalışayım: “Ne mutlu Ulysses gibi güzel bir yolculuk yapana / Ya da şu diğeri gibi altın postu bulunca / Görüp geçirip, hayatının kalanını / Ailesiyle geçirmek üzere evin yolunu tutana.”
Kitapta örnek olarak kullanılan “yerli” bir Cemil Meriç ya da Yahya Kemal olsun, ya da ortaçağda yaşamış Du Bellay’nin bahsettiği “yabancı” bir Ulysses olsun, evden uzaklaşan, uzaklara savrulup nice badireler atlattıktan sonra evine dönenen kişi yaptığı seçim sebebiyle etkileyici bir figür olarak algılanıyor. Oysa ne eve dönmeyi düşleyen kişi artık aynı kişidir, ne de geri dönülen ev aynı evdir. Dönen kişi asla aradığını bulamaz, bulduğu şey hayalini kurduğunun bir suretidir yalnızca. O romantize edilmiş anlatılarda, dışarıdan bakınca özenilen ve etkileyici bulunan “gidip de geri dönen” (s.31) kişinin kaçınılmaz hayal kırıklığı nedense görmezden gelinir.
Belki de, sıkı sıkıya tutunduğu yeni bir hayat kurma ve başka bir insan olma arzusunun karanlık tarafını düşünmek kimsenin işine gelmiyordur. Hayal kırıklığını zaten “gerçek hayat”ta deneyimleyip her şeyden kaçmayı arzularken, hayalin içindeki karanlığı görmek istememek son derece anlaşılabilir değil mi? Bunu “evde mahpus kalanların” hayallerinde mahpusluğu reddetmesi olarak okuyabilir miyiz? Nurdan Gürbilek’in Tanpınar’dan aktardığı iki cümle bunu düşündürüyor: İlki 31 yaşında yazdığı “Ne olur beni geniş insanlıkla bir temas haline getirin”, ikincisi ise hayatının son yılında yazdığı “1925’te Avrupa’ya gitseydim, başka bir adam olurdum” cümlesi. (s. 121)
Hedefsiz bırakıp gitmek
İkinci Hayat; kaçmak, gitmek, dönmek ya da dönmemek üzerine katmanlı bir düşünce sunuyor. Kitabı okurken, kadınlarla kurduğumuz bir Ursula Le Guin okuma grubu için tüm külliyatı gözden geçiriyordum. Le Guin’in hikâyelerinin ana temalarından biri olan yol, yolculuk, gitmek ve dönmekten bahsedecek olsak sayfalar yetmez. Ama hepsinin arasında biri Gürbilek’in yeni kitabını okurken zihnimde çınlayıp durdu: Öykünün çıkış noktası Dostoyevski’nin “Bir kentin mutluluğu, her gün bir kızın işkence görmesine bağlı olsaydı, o kentin halkı ne yapardı?” sorusundan yola çıkarak yazılan Omelas’ı Bırakıp Gidenler.
İkinci Hayat’ı mutlaka okuyun, ama öncesinde şu kısacık Ursula Le Guin hikâyesine bir göz atın; evimizdeki sırlar, kalmanın sıkıntısı ve gitmenin bilinmezliğine dair çok şey söylüyor ikisi de:
"Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürür dururlar. Her biri tek başına gider, oğlan veya kız, erkek veya kadın. Gece bastırır; yolcular köy sokaklarından, sarı ışık yanan pencerelerin arasından geçer ve tarlaların karanlığına doğru gider. Her biri, tek başlarına batıya veya kuzeye doğru, dağlara doğru giderler. Yollarına devam ederler. Omelas’ı bırakır, karanlığın içine doğru yürürler ve geri gelmezler. Gittikleri yer çoğunuz için mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem. Belki de yoktur. Ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler." (Omelas’ı Bırakıp Gidenler, Çev: Ümit Altuğ)