Mahmut Temizyürek, "Ev’den iç Evren’e uzun yolculuk!", Cumhuriyet Kitap Eki, 16 Mayıs 2020
Kitap, tam da basıma giderken içine doğduğu şu “koronal” zamana yazar yukarıdaki notu düşüyor:
Büyük bölümünde evin mecazi anlamıyla düzanlamı arasındaki ilişkiyi tartışan yazar için de şaşırtıcı bir rastlantı olmalı. Çünkü eve dair, evin evrenleşmesine dair konuları tartışan kitap insanlığı eve hapseden virüs ile kapıda karşılaştı. Bu rastlantıyla kitap “korona çağı” sonrası günlerin tartışmasına dair bir giriş denemesi gibi de okunabilecektir. Çünkü kitabın konuları; “ev”, “yurt”, “sınır”, “mahalle”, “toprak”, “coğrafya”, “merkez-taşra”, “yazı”, “yazar”, “yaban-yabancı” ve bunlara bağlı olgular, kavramlar. Bu olgu ve kavramları yazarların, düşünürlerin nasıl deneyimlediği üzerinden tartışırken zamanın ruhu ya da popüler kültürün bunları nasıl içerdiği, alt ve üst yapısıyla toplumun bunları nasıl biçimlediği, ideolojilerin olan biteni nasıl sunduğu üzerine.
Kitabının açılış bölümünde dünyaya damgasını vuran şu güncel sahneyi görüyor olacağız; yurdundan, yuvasından edilmiş olanların kıyıya vurmuş cesetleri... Joseph Conrad’ın Amy Foster’ındaki sahneyi anıyor yazar. Amerika’ya gitmek üzere yola çıkan göçmen teknesi İngiltere açıklarında batar; karaya çıkabilmiş talihlilerden Yanko Goorall kurtulmuştur ama nihayetinde karanın bir parçası olamadan kimsenin anlamadığı bir dilde sayıklayarak yaşayıp ölecek oluşudur bütün hikâye. Conrad’ı okuyan bir başka sürgünle, Edward Said ile buluşturan bu hikâyenin Said’in zihninde nasıl yankılanacağı konuya dâhil olacaktır.
Bağlama uygun bir sav söz, on üçüncü yüzyılda yaşamış bir keşişin, Victorlu Hugo’nun sözü dalgalandıracaktır: “Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındandır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir.”
Cümlenin çarpıcı bir eki daha var, onu da okuyacak olana bırakalım; devamında Hitler’den kaçarak uzun yıllarını Türkiye’de sürgünde geçiren Eric Auerbach, yaşamadığı ülke kalmamış olan Benedict Anderson girecektir konuya. Kitap boyunca evden dışa doğru açılan yaşantı deneyimleri birbiriyle karşılaşacak, bir göçebeden öbürüne giderek dünyayı kuşatan bir atlas çıkacaktır ortaya.
Bambaşka Bir Aatlas Bu
Evden, kökensel bağlardan karmaşık labirentlere, hoyrat sınırlardan çıkmaz yollara, uzun yürüyüşlerden varılmaz menzillere, bozkır yollarından taşra kuytularına, coğrafyadan kadere ve asıl yazıyla kurulmuş ikinci hayatlara doğru açılır haritalar. Yol boyu yazarların karşılaşması ve çoğu kez fikir çarpışmasıyla parlayan kıvılcımlar bu karmaşık yolu aydınlatacak, yazarın o kendine has üslubunun ışığı şavkıyacaktır.
Böyle söyleyince herkesi ve her şeyi içine alan, yaşam hakkında aforizma tüttüren afaki bir yapıt, bilgiç bir yazarın kitabı sanılmasın. Aksine konuya davet ettiği her yazarı kendi özerkliğinde kabullenen, onu yapıtının en hassas yanıyla sorgulayan bir yazar var bu kitabın ardında. Orhan Koçak’ın deyişiyle, “birinin hakkını ötekine, ötekininkini berikine karşı koruyan, kollayan”, terazisi olabildiğince adil yetkin bir adalet duygusuyla çalışan, kendi deyişiyle “farklı cümlelerin gerilim hattında” dolaşarak yazmaktan zevk alan bir yazar Gürbilek.
Tarzının bir örneği şudur: “Bir yanda insanın enginlere açılabilmek için bir koruyucu hücreye, bir eve ihtiyacı olduğunu söyleyen (‘Ev ilk evrenimizdir’) Bachelard var. Öte yanda bir ‘Yola Çıkış’ Kafka’sı: ‘Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefime varabilirim’. Bir yanda yeni silahların ancak kaçış çizgilerinde yaratılacağını söyleyen (‘kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz’) Deleuze var. Öte yanda ‘yurt saçmalıkları’ bu alanı ele geçirdi diye ona duyulan ihtiyacı yok sayamayacağımızı söyleyen Jean Améry: ‘İnsanın bir yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir’. Arkalarda bir yerde, evin toplumsal dayanağıyla birlikte bireysel anlamını da yitirdiğini, bugün çoktan bir çıkar bölgesine dönüştüğünü söyleyen Adorno’nun sesi duyuluyor: ‘Ev geçmişte kalmıştır.’”
Zor Buluşma
Gürbilek’in yazısı zıtlar geriliminin ortasında sıkı bir emeğin, özenli bir yöntemin ürünüdür. İlk kitabında da yöntem aynıydı; 12 Eylül sonrasının Türkiye’sinin kültürel panoramasını kalıcı çizgilerle betimlediği Vitrinde Yaşamak’tan İkinci Hayat’a kadar bu yöntem giderek daha da biçimlendi, Gürbilek'e ait bir yazı tarzı oluştu. Analitik yöntemin incelikleriyle denemenin özgürlüğünün buluşmasıdır bu yöntem. İşte tam da bu zor buluşmadır yazısına özgünlük kazandıran. Çünkü alanı edebiyat olan bu denemelerin vazgeçilmez bir kaynağı da kuramlardır. Kuram gibi köşeli bir yapının edebiyatın bulutlu atmosferiyle yan yana gelmesinden doğmuş bir yazı tarzı desek yanlış olmaz.
Arada iki temel farklılığın tercümanı olmak yerine birbirleriyle konuşmalarını sağlayacak bir medium yaratmak Gürbilek’in incelikli sanatı oldu, ortaya koyduğu dokuz yapıt boyunca. Edebiyatı kurama sorarken kuramı da edebiyata sorar; bu karşılaşmanın varacağı yeri, yaşamdaki görüngülerini, ideolojilerdeki rollerini açık etmek için zihinsel iz sürmeyi varabileceği uçlara kadar taşır. Yolu yöntemi bu olsa bile bu yol önceden açılmış, asfaltlanmış, işlenmiş bir yol değildir. Hareket noktaları belirgindir yalnızca.
Yol mecazını sürdürürsek; kimi zaman sarp patikalardan geçilmiş (yazıdaki izlerden belli), eleştirel düşüncenin çetin zorluklarıyla yüzleşilmiş (özgüveninden belli), karşıtlığı var eden ayrımlar özenle seçilmiş (içindeki renklerden belli) bir yazı yoludur bu. Önyargıdan önce sorusu, son yargısından önce bilgisi vardır yazarının.
Zengin Kadro
Nurdan Gürbilek her yapıtında incelediği yazarlardan oluşan zengin bir kadroyla çalışır. Bu kitapta kadroya yenileri giriyor. Diyelim “Taşra” ise konu Semih Kaplanoğlu’dan Nuri Bilge Ceylan’a giderek kadro genişleyecek, bunlarla gelen yeni kavramlar tartışılıyor olacak; yerlilikten başlayıp, geçmiş, gelecek, emanet, borç, tıkanmak, kuyu, bozkır gibi konular havalanacaktır.
Yazının seyri suya düşen taşın halkaları gibi bu ritme uygun cümlelerin dalgalanışıyla, imgesel sarkaçların çarpışan gelgitleriyle, tekil olanın genel içindeki yerine doğru bir kanatlanışla zenginleşecektir. Ya da diyelim “Çukur” dizisini ele alıyor, bu dizinin hangi toplumsal zaman üzerine doğduğu, nasıl bir değeri mitleştirip işlediğini tartışır; müziğinden duvar yazılarına, karakterler temsilinden dönem ruhuna kadar o diziyi var eden ögeler girer tartışmanın içine.
Bugünlerde popüler dilin mottosu olmuş “coğrafya kaderdir”, “doğduğun ev kaderindir” gibi sözlerin güncel anlamlarından edebi literatürdeki yankılanışlarına geçerken Tanpınar’dan Bachelard’a, Benjamin’den Nietzsche’ye, Edward Said’den W.G. Sebald’e (ki, bu kitapta önemli bir rolü vardır), Halit Ziya’dan Cemil Meriç’e, Orhan Kemal’den Latife Tekin’e, Ayhan Geçgin’den Barış Bıçakçı’ya kadar birçok yazarın düşünceleriyle buluşturup tartıştırır yazar bizi.
Gerilimli karşıtlıkların çarpışıp yankılanışlarını incelikli bir dilden duymak yazının okura verdiği hazların arasındadır. O yüzden Oğuz Atay’ı, Tanpınar’ı, Dostoyevski’yi, Leyla Erbil’i, Yusuf Atılgan’ı, Ayhan Geçgin’i ya da ele aldığı hangi yazar varsa onu (kadro geniştir) bir de Gürbilek’in gözünden okuduğumuzda bunları hemen okuma ya da yeniden okumaya ilişkin bir heves, kamaştırıcı bir haz doğar.
Haz, evet; bir de yazısının hazzından söz etmem gerekir ki biz Nurdan Gürbilek okurlarının tiryakiliğidir bu. Marcel Proust okurlarıyla akranızdır bu yanıyla. Yazarını yaklaşık otuz yıldır tanıyoruz: Yeni başlayanlar bize (her birimize) nasıl biridir diye sorduklarında aklımıza çoğunlukla şu sözler gelir (ki bu kitabıyla da bu sözler daha da şahlanarak geliyor): Yazarken içinde kendisinin bütün duyuş ve düşünüş damarlarını gördüğümüz halde ne kendini yüceltmiş ne de okurunu bilgiçliğiyle mahcup etmiş, hangi konuyu işlemişse zihni ve duyuşu “bin yayla”ya taşımış ve artık Türkçenin başına gelmiş nadir büyük şanslarından biri olmuştur Nurdan Gürbilek, deriz.