Emek Erez, "Taşın, doğanın, dişilin sesi...", Gazete Duvar, 7 Mart 2019
Farklı konuları bir arada ve birbirine dokunan bağlamlarla işleyen metinler, bizi başka temalarla karşılaştırırken aynı zamanda çoklu duyguları aynı anda hissetmemize sebep oluyor. Bunun getirdiği düşünme pratiği, bir yandan farklı görünen ama kendi içerisinde bütünleşen parçaların birbirine eklenmesini sağlarken, diğer yandan hissettirdikleriyle okura başka pencereler açıyor. Çünkü bir anlamda metinlerarası bir diyalogun içinde oluyorsunuz artık. Aynı kitabın içerisindeki her okuma deneyimi bizi türlü düşüncelerle buluşturuyor ve tüm metinlerin bir yerde diğeriyle ilişkilenen ayrıntıları olduğunu fark ediyorsunuz. Çünkü metnin düğüm noktası bu ayrıntılarda gizli oluyor, orası dönüp dolaşıp çıktığımız yer, duygularımızın ve düşüncelerimizin, metnin üzerimizde bıraktığı etkinin toplandığı yer. Bu nedenle derleme metinlerde o düğüm noktasını bulduğumuzda aslında tüm metnin sorunsalını da yakalamış oluyoruz. İşte ondan sonra çözme kısmına geçiyor zihnimiz, sorunu bulduğumuzda, metnin olanaklarıyla düşünme, imkânlı olana yaklaşma da sanırım burada başlıyor.
Sema Kaygusuz’un Metis Yayınları tarafından basılan, Aramızdaki Ağaç adlı metnini okurken yukarıda bahsettiklerimi düşündüm. Yazarın farklı yerlerde yazdığı yazılardan derlenen bir metin Aramızdaki Ağaç ancak bahsetmeye çalıştığım gibi farklı temaları olsa da ortak bir düğümde buluşan yazılardan oluşuyor. Sözün gelip dayandığı bir yer var. Yazarın kaygısını duyduğu, sancısını çektiği, öfkesini yönelttiği meseleler veya umuda kapı açtığı, nefeslendiği, elini uzatarak tutmaya çalıştığı, içine dert olanı paylaştığı durumlar. Kaygusuz dişil bir dil ile sesleniyor okura, bu dile doğa ekleniyor sonrasında tüm dile gelmeler, cümleye dönüşmeler dişilin ve doğanın sesinin birbirine karıştığı anlatılar oluşturuyor. Kadim metinlerin gizemi, çoğul duyuşların ahengi, taşın bile dile geldiği ama insanın sustuğu yüzleşilememiş geçmiş, yaşananlar, tanıklıklar, bellek, babaanne hikâyelerinin kıssası, kadınlar, arzular, kargalar ve çocuklar… Kaygusuz’un yazılarında yerini alıyor.
Kendimizi tanıyamayacağımız yaşanmışlıklar
Metinde şimdimize ve yakın tarihimize odaklanan yazılara da rastlıyoruz. Bu nedenle okurun bu metinlerde kendini tanıması da muhtemel görünüyor. Tanımaktan kastım yakın tarihe dayanan anlatılarda okur, metin içinde bir uzam belirleyip, oraya yerleşip kendisine bakabilir. Yazarın okuru götürdüğü o anlarda silik bir hatıraya dönüşüyormuş gibi olan canlanır, kelimelerle boyut kazanır ve yazarın verdiği biçimle somut bir hâle gelir. Kaygusuz’un yakın tarih odaklı metinlerinde de böyle olabileceğini düşünüyorum, en azından kendi deneyimimde öyle olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bahsedilenler, enformasyon hızı nedeniyle geçip gitmiş gibi görünse de içimizde bir yerde yaşamaya devam ediyor, böyle karşılaşma anlarında, bize bıraktığı duygunun varlığını sürdürdüğünü fark ediyoruz.
İnançların çoğulluğu ve kişiselliği
Kaygusuz “Dilenci ve Allah” adlı metninde dinlerin, kutsal metinlerin nasıl bellekten belleğe aktarıldığını gösteren bir anlatıyla sesleniyor okura. Ve aslında inançların nasıl kişisel anlamları olabildiğini de gösteriyor. Kendince bir inanca sahip olan herkesin zihninde bir imge olarak beliren tanrının çoğulluğunu, geçmişten bugüne inançların, başka başka anlamlara geldiğini fark ediyoruz bu metinde. Ve bu inançların devletlerin, kendisine tanrı misyonu biçmiş yöneticilerin, silah tüccarlarının elinde nasıl bir anlam yıkımıyla karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Ayrıca dinin sabit bir kimliğe dönüştüğünde veya dönüştürüldüğünde, bireyi nasıl biçimleyip, sonrasında karşısına geçip ona kendi anlamını yüklediğini de. Şöyle diyor yazar: “Hâlbuki herkes kendi tanrısına, bir tek kendilerini koruyan tanrıya atıfta bulunuyor. Dolayısıyla herkes kendi tanrısının gözüyle bakıyor ötekine. Ya da ötekine bakamıyor bile.” Bunun üzerine düşününce, inançların tekil anlamlarından sıyrılıp bir göze dönüştüğünde, bu hele ki resmi bir göz ise nasıl “başka”yı göremeyecek kadar körleşebildiğini hatırlıyoruz. Oysa bu yazının başında eve gelen dilenciye Allah misyonu yükleyen bir babaanneden bahsediliyordu, yatay bir tanrı insan ilişkisi vardı. Birbirine ihtiyaç duyduğunda omzunu diğerinden sakınmayan bir ilişkiydi bu. Tanrı kurumlaşınca oluyor belki de olan, birileri onu kendi nesnesi haline getirip onu bir güç unsuruna dönüştürünce kitleye onun gücünden korku salınca. Oysa tanrının gözünün herkesi, en çok da egemenin diğer tarafına düşeni görmesi gerekmez mi?
Kaygusuz şöyle özetliyor durumu: “Taş, ağaç, gök, kuş, deniz, yeryüzündeki bütün varlıkların canlılığını kutsayan, uğruna kan dökülen hiçbir şeyi kutsal bulmayan biri olarak, inanç konusunda bildiğim biricik deneyim, insana tükenmez bir yaşam duygusu veren gizem duygusunun ölçülemez derinliğidir. Bu derinlik başka dinlerden olanları bir kütle olarak görmek yerine, her bireyin kendiliğindenliğine merak duymakla açılır.” Her bireyin tanrısı, inancı kendinedir, ritüel pratikleri, tanrıyla ilişkisi o kendiliğindenlikte saklıdır. İnsanları bu nedenle bir inanca sabitlemektense, tanrıyı kendi tekeline alıp senin gözünü onun gözü yapmaktansa, bir de bu açıdan baksak ne güzel olurdu değil mi?
Avrupa’da Türkiyeli yazar konumu
Kaygusuz’un dert ettiği meselelerden birinin de yurtdışında Türkiyeli bir yazar olarak bulunduğu zamanlarda, kendisine biçilen misyon ve yüklenen anlam olduğunu görüyoruz. Bu biraz “şarkiyatçılık”la da ilişkileniyor elbette. Bunun anlamı; yazarı bir kimlikle özdeşleştirip, ondan yaşadığı yere kendi gördüğü yerden bakmasını istemek ve böylece onun tekil varlığını görmezden gelip, onu bütünleştirici bir yaklaşımla ele almak, yani ondan kendi duymak istediklerini söylemesini beklemek. Oysa yazarın kendine dair bir oluşu var ve bu sanırım sadece Kaygusuz için değil, başka ülkelerde Türkiyeli veya batılı olmayan konumda bulunan yazar için de sorun teşkil ediyor. Yazarın Avrupa’da yaptığı okuma günlerine dair söyledikleri konuyu daha anlaşılır kılıyor: “Daha sonra Avrupa’da yaptığım okuma günlerinde, daha birçok gazeteciyle yaptığım söyleşide fark ettim ki, kadın çocuk, azınlık sorunlarının ve insan hakları ihlallerinin sürdüğü bir ülkede genç bir kadın olarak yazı yazıyor olmamın hayretiyle de karşılanıyordum. Ben Türkiyeli’ydim ve okurlar benden Türkiye’yi dinlemek istiyordu. Kürt meselesi, Ermenilerin yaşadığı büyük felaket, askeri himaye sistemi, Atatürk’ün aşırı sembolleştirmesi ve ılımlı İslam hareketi gibi bildik meseleler üstüne yazar ve konuşursam çok daha merak uyandırıcı bir “yabancı” yazar hâline gelecektim…” Elbette Kaygusuz’un bunlar hakkında söyleyecekleri olabilir ancak burada sorun Batı’nın karşısındaki insana bir kimlik giydirip, onu oraya sabitlemesi. Bu Said’in “hâkim bir emperyal kültür tarafından üretilen temsil” (akt. Mollaer, 2019: 144) dediği durumun da karşılığı bana kalırsa. Karşısındakini kendi gözünün biçimine sokarak, onun varlığını dışlamak anlamını taşıyor aynı zamanda. Kaygusuz bu durumdan, sabit bir verili kimliğe göre beklenen hareketten bahsediyor kitapta, farklı bağlamlarla ama bir şekilde birbiriyle ilişkilenen yerde duran bir sorun olarak tartışıyor meseleyi. Türkiyeli veya Avrupalı olmayan bir yazarın kendisini kendisi gibi temsil etme hakkına dikkat çekiyor böylece.
İnsan yanlı tavır
Aramızdaki Ağaç kitabında öne çıkan konulardan biri de türcülük ve insan yanlı bakış. Başta da bahsettiğimiz gibi yazarın aslında tüm metinlerinde bir şekilde doğacı bir yan ile karşılaşıyoruz. Kaygusuz, insan yanlı bakışın kendi dışında kalan türlere yüklediği anlamları ve bunların nasıl insanca bir iktidar ilişkisiyle ortaya çıktığını sorguluyor. Ve bu durumun, hayvan varlığını kendi oluşundan çıkarıp, insani bakışla ona nasıl anlamlar yüklemeye sebep olduğunu vurguluyor. Örneğin; “Dünyalılar” adlı metninde karga ile ilgili şöyle söylüyor, “Parlak birer cisim sandıkları için ölmüş insanların fosforlu gözlerini almaya kalkıştıklarından olsa gerek, besle kargayı oysun gözünü, atasözüyle insan âleminin karanlık bir yanına itilmiş, uğursuz varlıklar olarak resmedilir çoğu kez.” Oysa yazarın da bahsettiği gibi karga alet kullanan ve parlayan nesnelere ilgi duyan bir varlık yani onun oluşunun gereği gözün parlaklığına kapılmak, insan tarafından bir damga konusu edilen durum onun kendiliği ile ilgili. Bu bana Ariel Suhamy’nin “Spinoza ve Yaratıklar” kitabında Spinoza’dan yaptığı alıntıyı çağrıştırdı, ona göre: “Burada doğanın diğer bireyleri ile insan, akıl bahşedilmiş olan insan ile gerçeğin bilgisinden yoksun olan ya da delilik, hezeyan ile akıl arasında bir ayrım gözetmiyoruz. Her şey doğasının yasalarından kaynaklanan egemen bir hak uyarınca davranması gerektiği gibi davranır ve başka türlü davranmaz” (a.g.e. 39). Buradaki kilit nokta, doğa yasalarının tanıdığı hak, Spinoza buna “doğal haklar” diyor bunun anlamı doğanın her bireye verdiği hak, her varlığın kendi oluşu içerisinde davranma hakkı. Örneğin, bir insanın yapabildiği, gücünün yettiği şey onun hakkıdır tıpkı bir hayvanın yapabildiğinin, kendine has davranmasının onun hakkı olduğu gibi. Bu doğadaki varlıkların, insan kurgusunun dışında kendi olma biçimlerine işaret eden bir durumdur. Kaygusuz’un kargaya yüklenen insan bakışına yaptığı atıfla, “besle kargayı oysun gözünü” tabirindeki durum aslında onu oluşunun dışında değerlendirmek ve onu kendi bakışının “karanlık” tarafına çekmektir ki Kaygusuz kargaya yüklenen pek çok başka olumsuz ifadeden de bahsediyor. Kısacası, yine yazarın ifadesiyle: “Hayvanlığından edilen her hayvan, insani bir algının bütünleyicisi, gizemli bir yabancıdır çoğu kez.”
Yüzleşilememiş olandan kalan
Kaygusuz’un kitabında yüzleşilememiş olduğu için içimizde taşıdığımız, bir miras gibi aktardığımız katliamlar, acılar, zulümler de yer ediyor. Resmi tarihin kronolojik karanlığına bırakılmış, sayıya dönüştürülmüş, “ben” olanı kaybettirmiş kara sayfalar. Yıkımı sadece ortadan kaldırma olmayan, bellek müdahalesi olan yok edişler. Taş diye basıp geçtiğimizin altından fışkıran çığlık. Gezi Parkı merdivenlerindeki ve çevre mahallelerdeki kaldırım taşlarının akıbeti mesela, yerle bir edilen Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi ve mezarlıktan kalan taşlardan bahsediyor yazar. Ve şöyle düşünüyor insan, bu coğrafyanın karanlığının ve yüzünün gülmeyişinin bir nedeni olabilir mi tüm bu özür bile çok görülmüş geçmiş. Yeşerenin altındaki toprağın yüklendiği acıdır belki de her şeyimizi kurutan. İşin daha üzücü yanı her gün daha çok nefret üreten bir resmi söylemle yaşıyorken, mezar hakkı bile tartışma konusuyken, “ölüm ahlâkı”ndan yoksun bir güruhla yaşıyorken ne söylenebilir. Bu nedenle Kaygusuz’un belleğe ve yüzleşmeye atıf yapan metinlerinin her cümlesinin gösterdiği çok şey var bence. Çünkü yazar taşın sesini getiriyor bize, mezarların, anıtların öylesine olmadığını, ölümün, acının bir film karesinde nesne gibi işlenemeyeceğini, sanat yapıtının hakikatteki rolünü anlatıyor.
Bir de “başka” olarak kurulandan kolayca talep edilenin yukarıdan tavrını hatırlatıyor Kaygusuz. Mesela, “Ezeli Bir Yabancı Alevi” adlı metninde, Tuncer Kurtiz’in Alevi mezarlığına gömülme talebinin kabul görmeyişine gelen eleştirilerde, nasıl bir halkın inancının sadece simgesel anlamlara hapsedildiğini gösteriyor. Onca acıya, katliama maruz kalmış bir topluluktan nasıl kolayca bağışlayıcılık, iyilik talep edilebildiğini ve bir halkın indirgendiği karikatürize anlamları. Acının dile getirilmeyişinin altındaki o korkulu bekleyişi ve çoğunluğun buna yüklediği iyimser politik tavrı. Kısacası, Kaygusuz’un metni bu toprakların gül bahçesi vaat etmeyen yanları üzerine de düşündürüyor okuru. Eşitsiz ilişki biçimlerinin hayatın ayrıntısında nasıl gizlenmiş olduğunu gösteriyor. Tüm bu bahsedilenlerin yukarıdan bir hümanizm ile kavranamayacak şeyler olduğunu hatırlıyoruz böylece veya yazıklanmanın da çözüm getirmeyeceğini.
Sema Kaygusuz’un Aramızdaki Ağaç kitabının odağında; doğaya, kadına, “başka” olarak kurulmuş olana reva görülen hayatın ortak nedenleri var. Eşitsiz ilişkilenme biçimlerinin, yukarının bakışının, kurumların gözetiminde benzer şeyler yaşaması bu ve aynı zamanda metnin düğüm noktası… Düğümün çözümü ise dişil bir zihniyetin merhametinde yatıyor, yazarın da dikkat çektiği gibi, Rakel Dink’in “bir bebekten katil yaratan karanlığın sorgulanması”nı vurguladığı konuşmasındaki merhamet bu, sadece insanın değil doğanın da sesi olan dişil bir bakış. Ayrıca ‘arzu’ diyor yazar, bu da çıkış olabilir. Kitabın son cümlesinin de söylediği bir şey var bize: “Dost. Mümkünse bir ağaç bulunsun aramızda. Kendi ödümüzdeki arzudan başlayalım.”