Ali Bulunmaz, "Dünyayla hesaplaşan uykusuz", Cumhuriyet Kitap Eki, 16 Mart 2017
Emil Michel Cioran, yirminci yüzyılın başından yeni bin yıla beş kalaya kadar süren hayatında insanın alçalışını, tekniğin ve teknolojinin yükselişini, değişen değer yargılarını görüp bütün bunlarla ilgili denemeler ve felsefi metinler kaleme aldı. Nefret ettiği ve insanlık dışı bulduğu tiranların ürettiği tarihî bizzat deneyimledi. Cioran, yaşamını hatırlamak üzerine inşa etmişti ama 1995’te, hafızasındaki her şeyi silen hastalıktan öldü.
Cioran’ın kafa yorduğu biricik konu, insanın ömrünü nelerle doldurduğuydu. Hoşgörüsüzlüğün ve “sohbetin ölümü” dediği fanatizmin, kişinin hayatını yonttuğunu ifade ederken farklı fikirlerin bir aradalığını kabullenmemenin mutlaka kan dökmeyle sonuçlanacağını savunmuştu; kuşkuculuğu önemsememek veya insanın soru sormasını engellemek, ona göre vaaz verenlerin ürettiği bir terör eylemiydi.
Kurtuluşun “mutlak”ta değil, insanın kendisinde olduğunu söyleyen Cioran, bu bakımdan düşünsel anlamdaki hazır yemeklerden kaçınmayı öğütlemişti. Kötülüğün döngüselliğini sık sık dile getiren yazarın acı çekmesine neden olan, bahsettiği ve hayatı saran bu kalıplardı.
Cioran’ın yazdıkları, tutulduğu yaşam mücadelesini yansıttı. Öte yandan “çok az yazdım” dediği metinlerinde hayatın perde arkasına sızmaya çalışmıştı. Türkçeye Kenan Sarıalioğlu tarafından çevrilen Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne de bu çabanın bir ürünü olan fragmanlardan mürekkep.
"Şefaatçiye ihtiyacım yok"
Cioran, kaleme aldığı her cümleyle zor bir göreve soyunup insanları silkelemeyi amaçlamıştı. Romantik, metafizik ve mizahi dili, onun anlamaya uğraştığı hayatı çekilir kılıyordu. Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne’de yine aynı üslupla kaşılaşıyoruz.
Cioran, doğuma kadar geri gittiği kitabını üstüne kurduğu “şimdi”nin, hem kendisine hem de başkalarına yaşattığı en önemli duygu olan ölüm korkusunun, insanın her an peşinden geldiğini söylüyor. Doğumla ölüm arasındaki çizgide sayılamayacak kadar çok kötülüğün bulunduğunu belirten yazar, kendi başının çaresine baktığından ve “şefaatçiye ihtiyacı olmadığından” bahsediyor.
Cioran’ın anlamaya çalıştığı hayatta, insanı ürküttüğünü belirttiği bir başka şey ise unutmak. Unutmayı bir yetenek olarak niteleyen yazar, geçmişin şimdinin üstüne binmemesi için bu yeteneğimizi kullandığımızı söylüyor. Unutmanın bir tür kaçış, kıyıya vurma ve hayata tutunma eylemi gibi algılanması gerektiğini dile getiren Cioran, “Hayat ancak düşüncesiz olanlara, hatırlamayanlara katlanılabilir görünür” diyor.
Gözyaşları ve Azizler adlı kitabında “kanlı bir şaka” dediği ve doğrulama çabasıyla geçen hayatın başlangıcı için Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne’de “rastlantı ve gülünesi bir kaza” ifadesini kullanıyor. Cioran’ın doğuma yaptığı atıf, kökene gitmeyle ve başkaldırmayla da ilgili, tarih ve varoluşla da. Uykusuz geçen gecelerinde bunlar üstüne düşünen ve “katlanılmaz” dediği cennet yerine hayat oyununa yoğunlaşan bir fikir insanıyla karşılaşıyoruz.
Cioran’ın uykusuzluğu, hayatın olağan akışına bir isyan şeklinde de yorumlanabilir. Pek çok çağdaşı tarafından “muhafazakâr ahlakçı” yakıştırması yapılan yazarın, aslında çağının “normallerine”, geleneklere ve tarihsel iyimserliklere kafa tuttuğu aşikâr. “Soyaçekime başkaldırmak milyarlarca yıla, ilk hücreye başkaldırmaktır” fragmanı tam da bunu anlatıyor.
Cioran, fragmanlarında an geliyor boş manevi kuruntu ve gururlara çatıyor, an geliyor bilmemenin yarattığı mutluluğa selam gönderiyor. Yazarın, zamanla ilgili sorunlardan tutun da varolmanın insana yüklediği sorumluluk ve beslediği mizaha dek hayli konuda kalem oynattığını görüyoruz. Bu anlamda kitap, öznel gibi görünebilir ama düşünür, parçadan bütüne; kendisinden insanlığa doğru yol alıyor.
Küstah bir mutsuzluk
Doğmanın, insana türlü delilikler armağan ettiğini söyleyen Cioran, bunlara bir örnek veriyor: “Herkes, elbette bilinçsiz şekilde, hakikatin peşinden sadece kendisinin gittiğine, başkalarının onu arayacak yetenekte olmadığına, ona layık da olmadığına inanır. Bu delilik öyle köklü ve yararlıdır ki günün birinde yok olup giderse her birimizin ne hale geleceğini tasavvur etmek olanaksız.”
Cioran’ın bahsettiği deliliklerden bir diğeri ise insanın şeylere bağlılığı, daha doğrusu bağımlılığı. Bu durumdan kurtulmak istediğimizde “ne yapacağımızı bilmediğimizi” söyleyen yazar, konuyu yine yok oluşa bağlıyor: “Eğer ölüm imdadımıza yetişmeseydi, varolma inadımız çöküşün ötesinden, bizzat yaşlanmanın ötesinden bize bir varoluş formülü buldururdu.”
Cioran’ın en baştan beri uğraştığı temel mesele olan kişinin kendini bilme çabası kitapta çok geniş yer kaplıyor. Eylemlerin kökenine inmesi, yanılsamayı suçüstü yakalama isteği ve zihnin giriştiği oyunbozanlık hep bununla bağlantılı. Başarısızlığın tazeliğini hep koruduğunu yine aynı zihinle kavrayan Cioran, böylece insanı küstah bir mutsuzluğun çekip çevirdiğine şahit oluyor.
Hayatının önemli bir bölümünde uykusuzluk çeken Cioran, bu anlarda olup bitenlerin anlamına dair düşüncelere dalıyor ve zamanın dışında nasıl yaşadığını fragmanları aracılığıyla anlatıyor. Bir başka deyişle geceleri zihninin ateşinin nasıl yükseldiğinden ve bunun çoğunlukla ziyan ettiği saatler olduğundan bahseden yazarın, hiçlikle anlam arasında gidip arasında gidip gelişine rastlıyoruz.
Zamanın mağluplarına...
Cioran’ın dert ettiklerinden biri de özgür olduğu yanılsamasına kapılan insanların, hem kendilerini hem de başkalarını kandırması. Buna bir de ölümsüzlük yanılgısı eklenince hataların ve ağır bedellerinin nasıl ete kemiğe büründüğünü anlamamız için yazarın bize yol gösterdiğini fark ediyoruz. Plinius’un “Yaşamak uyanık olmaktır” sözünün peşinden giden Cioran, çağıyla çatışmaya girme ayrıcalığının keyfini sürüp ölümlü olduğunu göz ardı eden insanın ölçüsüzlüğe kapılışını anımsatarak “şeylerin yüzeyiyle yetinenlere” sesleniyor: “İnsan beni ancak kendisine inanmadığı zamandan itibaren ilgilendiriyor.”
Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne’de de görüyoruz ki Cioran’ın amacı, ilk koşulu can sıkıcı insanları sevmek olan azizlikten uzak durmak. Bunun yerine zamanının kurbanı hâline gelenlerle ilgilenen düşünür, Tanrı’yı arayan “çöl mağluplarının” inançlarını paranteze alıp fanatizm ve hezeyanla yola koyulan insanın kendi aleyhine dönen eylemlerine yoğunlaşarak kaderin dışına çıkmayı öğütlüyor. Bunun yanı sıra insanın geldiği noktayı özetleyip hep güncel kalacak bir soru soruyor: “Uçarılıkla ya da ütopyayla bulanıklaştırılmış çağlar hariç, insan hep kötünün eşiğine ulaşmış olduğunu düşünmüştür. Bunu bildiği halde, hangi mucizeyle arzularını ve korkularını sürekli değiştirebildi?”
Cioran’ın diğer metinlerinde olduğu gibi Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne’de de geçmişle ve çağıyla hesaplaşmaya giriştiği çok açık. Zamanına başkaldıran düşünür, bir taraftan da kendisiyle uzlaşmaya çabalıyor. Kitapta, böyle çift yönlü fragmanlar var.