Emek Erez, "E. M. Cioran düşüncesinde doğmuş olmanın sakıncası", Edebiyat Haber, 13 Şubat 2017
Her şeyden şüphe eden, dünyada olmanın öfkesini kalemiyle dile getiren, ters bir düşünür deyince aklımıza gelen isimlerden E. M. Cioran. Onun düşünce dünyasıyla tanışanların yüzüne tokat gibi vuran bir hakikat var, dünyada var olmaya çalışmak boşa bir çaba. Dünyanın kurallarının sana devamlı hatırlattığı bu dünyada çaresiz bir varlık olmak. Yaşamanın anlamı Cioran açısından baktığımızda belki de en değersiz durum çünkü ona göre; insanın doğduğu andan itibaren varlığı çileli olmaya mahkûm ve varlığın başlangıcı olan doğum aslında yokluğun karşılığı. Bu nedenle insan dünyada ömür tüketmek için çabalamalı ve varlığının amacı ölüme daha çok yaklaşmak olmalı. Metis tarafından basılan, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne adlı metninde yazar genel olarak buna odaklanıyor. Çünkü ona göre insan, ölümden korkmak yerine asıl doğmuş olmanın nasıl bir felaket olduğunu kavramalı.
“Dünyaya geldiğimden beri bu …-den beri bana öyle korkunç bir anlamda yüklü görünüyor ki, katlanılmaz oluyor” Diyor Cioran ve insanın dünyaya ilk geldiği günden itibaren katlanılmaz bir varlık çabası içerisinde olduğunu hatırlatıyor. Doğmuşsun, dünyaya bir varlık olarak gelmişsin ve bundan daha kötüsü yok. “Şu ânın içinde asla rahat değilim; beni, ancak benden önce gelen, beni buradan uzaklaştıran şey ayartıyor, varolmadığım o sayısız anlar: doğmuş olmayan.” Yazarın fikrine göre; insanın varlığı o kadar çaresiz bir anlama geliyor ki onu ayartan var kılan zamanı, sadece doğmuş olmadığı anlarda bulabiliyor. Bu nedenle insan doğmamış olduğu o anlarda bir varlık ve anlam konumuna ulaşabiliyor. “İnsanlığın ne denli büyük gerileme içerisinde olduğunu, doğumun ve ağıtları daha da körüklediği tek bir halkın, tek bir kabilenin olmamasından daha iyi hiçbir şey kanıtlayamaz.” İnsanlık gerileme içerisine çünkü ölüme dair onca yas ritüeli varken, doğum durumunda böyle bir şeye rastlanmıyor. Doğuma hep olumlu anlamlar yükleniyor. İnsan asıl doğmuş olmanın bir yas sebebi olduğunun farkında bile değil ve boşuna varolmak için çabalayıp duruyor aldığı karşılık ise hep hiçlik. Oysa asıl doğmanın üzüntü kaynağı olduğunu kabul edebilse belki de dünyadaki anlamsızlığını da kabul edebilecek ve bunun bir gerileme olduğunu fark edebilecek ancak o tersi için çabalıyor ve doğmuş olmanın sakıncalı bir şey olduğunu anlayamıyor.
Cioran, dünyada bir varlık olmayı öyle olumsuz bir durum olarak niteliyor ki insanın dünyada ölüme doğru zamanı doldurmak dışında bir anlamı olamayacağını vurguluyor âdeta. Ona göre en önemli dertlerden birisi zaman: “Her zaman, yaşamın olanaksızlığını bilerek yaşadım. Benim için varoluşu katlanılabilir kılan şey de bir dakikadan, bir günden, bir yıldan ötekine nasıl geçebildiğimi görme merakıdır.” Çünkü zamanın geçmesi demek insanın o mutlu sona yani ölüme yaklaşması anlamına geliyor. Cioran, dünyaya gelmiş olmayı en bağışlanmaz suç, en büyük günah, en büyük acı sebebi görüyor. Bu nedenle de genel düşünceyi tersine çevirerek ölüme sonsuz olumlu anlamlar yüklerken doğumu varlığın en büyük talihsizliği olarak yorumluyor çünkü doğmuş olmanın anlamı ona göre şöyle: “Doğum ve zincir eş anlamlıdır: Güneşi görmek eşittir kelepçeyi görmek.” İnsan dünyada tutuklu bir mahkûmun çaresizliği ile yaşıyor, doğumla birlikte zincire vurulmuş bir köle ve güneşi gördüğü o gün, doğum günü insanın tutsaklığının başlangıcı.
Cioran’a belli açılardan katılabiliriz. İnsanın dünyada bulunduğu süre içerisinde tanıklık ettikleri gerçekten de bazen varlığı çıkmaza sokabilir. Onca savaş, katliam, acı tüm bunları düşünürsek sanırım doğmuş olmanın çaresizliğini ruhumuzda duyarız. Yaşanmışlıkların, acıyla sarmalanmış bedenin çaresizliğidir bahsedilen; geçmeyen kederler, uğranan haksızlıklar, kaybedilenler ve tüm bunlara rağmen dünyada var olma çabası. Yine Cioran’ın söylediği gibi: “Hayatın yara izlerini taşımasaydık, işin içinden sıyrılmak daha kolay, her şey kendiliğinden ne güzel olurdu.” Ancak yaralıyız, bellek yaralı, düşünce yaralı, insan varlığı yaralı ve kendi varlığının yaralarının en büyük sebebi de kendisi belki de. Var olamadıkça çırpınan, çırpındıkça batan ve anlamsızlaşan bir türün durumu anlatılan ve bu çaresizliğin oluru en azından Cioran düşüncesinde yok gibi görünüyor.
Cioran insan varlığının dünyadaki icraatlarını da oldukça sert bir üslûpla eleştiren bir düşünür. Belki de insanın varlığının bu kadar anlamsız olmasının sebebi türünün dünyaya getirdiği olumsuzluklar. Kendisinin dünyadaki anlamsızlığını kavradıkça dünyadaki diğer türler üzerinde hükümranlık ilan edip, onları da kendi hiçliğinde boğma çabası. “İnsan özel bir koku yayar: Bütün canlılar arasında sadece insan ceset kokar.” Cioran’ın söylediği gibi bütün canlılar arasında bir tek insan ceset kokar; ağacın cesedinin kokusu, hayvanın cesedinin kokusu, uğursuz savaşlarında katlettiği çocuğun cesedinin kokusu sinmiştir üzerine ve artık ne yapsa o kokudan kurtulamaz. Bu da onun varlığını iyice anlamsızlaştırır, kirletir. Dünyadaki pratiği bu kadar anlamsız olan bir tür bir de bu nedenle hiç ve varlığının yokluğunu çoktan ilan etmiş durumda. “İnsan ortaya çıkar çıkmaz, çiçekler de ortaya çıktı. Bana kalırsa, çiçekler insandan çok daha önce vardı ve insanın gelişiyle hâlâ içinden çıkamadıkları bir şaşkınlığa gömüldüler.” Çiçeklerin insan türünün yok ediciliği karşısında şaşkın olmaları epey normal görünüyor. Cioran haklı bu sebeple çünkü doğada bulunan diğer varlıkların gözüyle türümüzü görmeyi başarabilsek şaşkınlık kelimesi hafif kalırdı, bu kadar kendi doğasından uzak, kendi varlığını değersiz kılmak için çabalayan bir türü karşılayacak bir kelime bulmak zor keşke insanı insandan değil de dünyadaki diğer türlerden dinleme şansımız olsaydı, belki o zaman haddimizi bilebilir dünyadaki hiçliğimizi kavrayabilirdik. Ama bu mümkün görünmüyor çünkü doğa düşünürün ifade ettiğince: “İnsana izin vermekle, bir hesap hatasından fazlasını yaptı, kendine suikast.”
Cioran düşüncesinde kitapların anlamını başka metinlerinden de biliyoruz, o kitapların en başta yaralayıcı olmasını ister ve yazmanın dünyada gerçekleştirilebilecek en çileli eylem olduğuna inanır çünkü ona göre kitap: “Ertelenmiş bir intihardır.” Onun için yazmak bir anlamda dünyada var kalma çabasının en önemli gerekçesidir. Varlığın dünyadaki sancısını kendi sancısı üzerinden dile getirir. Bunu öfkeli bir dille yapar. Okur ne düşünür kaygısını çok taşımaz çünkü öncelikle kendisinin çektiği çileyi vurgular ki okurun da kendi çilesini fark etmesini sağlar. Bu metinde de Cioran kitaplardan ve yazarlardan söz ediyor: “İnkârcı, yıkıcı kitaplara, onların zararlı gücüne ne tepki gösterirsek, varlığa o kadar iyi tutunuruz. Sonuçta güçlendirici kitaplardır, kendilerini yadsıyan bir enerji yaratırlar çünkü. Ne kadar çok zehir içeriyorlarsa, o kadar sağaltıcı olurlar; ama karşı bir tutumla okunmaları koşuluyla, tıpkı, başta din kitapları, her kitap için olduğu gibi.” Bu cümlelerde Cioran’ın kitaplarla ilgili bildiğimizden farklı fikirlerine rastlıyoruz. Bahsedilen özellikteki kitaplar Cioran’ın yazma ediminin de karşılığı bana kalırsa ancak düşünür bu kitapları okurken karşı çıkarak okunmasını öneriyor belki de yapmaya çalıştığı bu kitapların sağaltıcılığına kapılıp, onların fikirlerini benimseyip müdahale etme, muhalif olma kimliğimizi kaybetmememizin önüne geçmek, varlığımızla yüzleşerek bu çabanın anlamsızlığına kapılıp gitmektense tersinin de mümkün olabileceğini, dünyadaki çileli varoluşumuzun karşı bir varoluşa evrilebileceğini düşündürmek.
E. M. Cioran Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne adlı metninde bilindik üslubuyla bizi yine varoluşun çıkmaz kuyusuna sokuyor. İnsanın kibrinin yersizliğini çünkü dünyadaki anlamının karşılığının hiç olduğunu bir kere daha hatırlatıyor. Yine umut vaat etmiyor yaşamanın yararsızlığını, mutluluğun ancak “ölü bir doğumla” gerçekleşebileceğini vurguluyor. Dünyanın acının çevresinde döndüğünü ve insan türünün bu acıların sebebi olduğunu düşündürüyor, yine yaralıyor bırakıyor, can sıkıyor, öfkelendiriyor ama her zaman olduğu gibi yüzleştiriyor da.