Ali Çolak, "Ekmek ve barut", Zaman, 11 Ekim 2014
Şimdi güzdür; serince geçip gider rüzgâr, sararmış dut yapraklarının uçuştuğu bahçelerden. Asmaların kuytusunda ballanmış son üzüm salkımları, ağaçların tepesinde kalakalmış seyrek cevizler, kıyılarda parıldayan ayvalar, kızarıp çatlamış narlar. Bulutlar, koyu gölgesiyle selamlayıp geçiyor üstlerinden.
Şimdi bir yerlerde sonbahar giysileriyle mutlu kadınlar, sonsuzluğa gülümseyen neşeli çocuklar. Bir yerlerde ‘arkadaş ıslıkları’ çınlatıyordur sabahları. Ve yaşamak ne güzel, hür bir ağaç gibi güneşe, bulutlara, sevmelere karşı.
Şimdi Ortadoğu’nun çöllerinde keder tozuyor. Kamera karşısında boğazlanan insanlar... Ötede babası vurulmuş yoksul çocuklar, yalınayak koşturan kadınlar, sınırlarda dikenli teller, bombardıman geçirmiş, dumanı tüten şehirler, acele gömülen cenazeler ve göç, hep göç, Ortadoğu’da.
Şimdi burada, sokaklar savaş yeri. Alev, öfke, yıkım ve yağma! Havada büyük düşmanlıklar dolaşıyor. Şehirlerin ortasında uzanmış cesetler. Kim bilir kaç evde ölümün sükûtu bağdaş kurmuş oturuyor. Acı haber tez gelirmiş; bir akşam ansızın şehitler, çocuklar bir anda babasız. Ah, muhteşem vahşi dünya!
Hayatın ve insanın ‘sonsuz değerini kavrayan’ o iyilikler ve sevinçler ustası Andrey Platonov, Muhteşem Vahşi Dünya’da ‘iki kırıntı’nın öyküsünü anlatır. Ekmek ve barut kırıntısı… “Bir zamanlar iki Kırıntı yaşardı. İkisi de küçük, ikisi de karaydı ama farklı babalardan dünyaya gelmişlerdi: biri Ekmekten, diğeri Baruttan. Bir sakalın içinde yaşarlardı, sakal avcının suratında bitmişti, avcı ormanda çayır çimen üzerinde uyur, önünde de köpeği pineklerdi.”
Platonov böyle anlatır… Avcı ekmeğini yemiş, sonra tüfeğini doldurmuş ve eliyle sakalını sıvazlamıştı. Böylece iki kırıntı, avucundan kayıp sakalına yerleşmişti avcının. Orada mutlu mesut yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün böbürlenmeye başladılar. Baruttan olan, “Ben güçlüyüm, korkuncum, bütün dünyayı tutuşturacağım. Ya sen?” demeye durdu. “Ben de insanı doyururum.” diyordu ekmekten olan. İnatlaşma büyüdü, güçlerini yarıştırmaya karar verdiler. Barut kırıntısı durmaz tehdit savuruyordu. “Tutuşturacağım seni!” Ekmek kırıntısı, ondan kaçıp uyuyan avcının göz kapağına kondu. Karşıdaki dalda bir serçe gördü, “Ye beni” diye rica etti ondan. Serçe kalkıp avcının alnına kondu. Avcı uyanıp gözünü açtı, göz kapağındaki ekmek kırıntısını görüp ağzına attı. Serçe ekmek zannettiği barut kırıntısını yiyiverdi, korkudan göğe uçtu. Ekmek kırıntısı, insanın içine girdi, onun kanına dönüştü ve kendisi de insan oldu. Barut kırıntısıysa serçenin içinde tutuştu; serçe ateşten pişerek yere düştü. Avcı, önündeki çimene pişmiş bir serçenin düştüğünü gördü, onu köpeğine verdi...
Bütün yaşadığımız, barutla ekmek kırıntısının hikâyesi. Ademoğlunun yaşatmak ve öldürüp yok etmek arzusu. Şu Ortadoğu’nun, şu bizim ülkemizin ezeli macerası. Güç yarıştırmak ve dünyaya sahip olmak... “Ben güçlüyüm, korkuncum, kötüyüm!” diyordu barut kırıntısı. Kibirle, dünyayı yakabileceğini söylüyordu. Oysa adı üstünde, ikisi de birer kırıntıdan ibarettiler ve yalnız, kendilerinin ne yapabileceklerini düşünüyorlardı. Yanı başlarında ikisine rağmen akıp giden bir hayat vardı ve onlar habersizdiler.
Öykünün sonunda, ekmek kırıntısı, artık insanla bir yaşıyordur. Köpeğin ağzındaki kuşa, onun içindeki barut kırıntısına bakıp gülümser: “Tüm dünyayı tutuşturmak istiyordu, anca bir serçeyi pişirdi!”
Platonov’un ince bakışı, dünyayı yakıp kavurma arzusunun panzehiri olmalı. Stalin ve yandaşlarının hışmına uğraması da bu yüzdendi. İyiliğe ve özgürlüğe inanmasından, kederli tebessümünden. Öyküleri panzehir olmalı, evet! En umutsuz durumlarda, en kederli anlarda bile bir çözüm, bir çıkış yolu, bir umut ışıyıp çıkar içlerinden. Pencereden loş odaya tertemiz bir ikindi ışığının sızması gibi. Sevmekten gelir Platonov’un büyüsü; insanın, tabiatın bütün dünyanın sonsuz değerini kavramaktan. Sanki insanı, ‘muhteşem vahşi dünyamızın ani ve düşman güçlerine karşı korunmasız bırakmaya’ korkuyordur. Bu yüzden, onun öykülerinin bir yerinde mutlaka, ‘içimizde özel, dokunaklı bir sevinç’ uyanıverir. Başımızı kaldırır, aydınlık bir gülümseyişle, “Muhteşem vahşi dünya!” deriz. Ah, muhteşem ve vahşi dünya!