Elif Tanrıyar, ''Parlak renklerin ardına saklanmış bir öykü...'' Sabah Kitap Eki, 14 Eylül 2012
Andrey Platonov, son derece parlak bir çıkış yaptığı yazarlık kariyerinden maalesef aynı hızla inmek zorunda kalmıştı. Bunun nedeni yeteneğinin zayıflamasıyla falan ilgili değildi.1926 yılından itibaren kısa öyküleri yayınlanmaya başlanan ve yeteneğinin Maksim Gorki tarafından keşfedilmesiyle de parlak bir başlangıç yapan Platonov, maalesef daha neredeyse kulağındaki alkış sesleri dinmeden, girdiği parlak salonlardan aynı hızla geri yollanıvermişti. Çünkü başta Stalin olmak üzere dönemin pek çok ileri geleni yazdıklarını sert bir şekilde eleştirmeye ve hoşnut kalmamaya başlamıştı. Sonuçta şöhret yıldızı, II. Dünya Savaşı sırasında yaptığı savaş muhabirliği döneminde kazandığı başarılar hariç bir daha parlayamadı. 1951 yılında da, henüz genç bir yaşta, 52 yaşındayken, çalışma kampından dönen oğlundan kaptığı tüberküloz sonucu öldü. Böylesine parlak bir kalem için ne kısa ve şansız bir yaşam!
Ancak insan Mutlu Moskova’yı okuyunca, aslında iyilik melekleri tarafından bayağı bir korunduğunu da düşünüyorsunuz çünkü Platonov, yeni Rusya’yı ve Stalin dönemini öyle ince ince hicvetmiş ki sonrasında nasıl olup da gulaglara gönderilmemiş hayret verici görünüyor.
Platonov, Mutlu Moskova’da görünürde Moskova adlı bir kızın öyküsünü anlatıyor ama tabii hemen anlayacağınız gibi asıl geri planda anlatılan Moskova şehrinin öyküsü oluyor.
Öykü bir tür peri masalı gibi bir tonda, yarı grotesk, yarı absürt bir mizahi üslupla ilerliyor. Öykünün melodik, neredeyse bir şarkı gibi akan dili de tabloya eşlik edince ortaya son derece parlak renklerle işlenmiş bir tür karikatür çıkıyor aslında. Karakterlerin ve tiplemelerin isimlerinin, kurumların adlarının Platonov tarafından belli yerlere atıf yapmak üzere ince ince seçildiğini pek çok oyun içerdiğini de seziyorsunuz bir yandan. İşte Platonov, öyküsünü görünürdeki bu çok parlak dekorasyonun önünde kurarken, aslında arka tarafta çok daha siyah-beyaz ve ciddi bir hikâye anlatıyor.
1930’lu yıllarda Stalin konuşmalarında sık sık “hayat çok daha iyi oldu, hayat çok daha keyifli bir hale geldi” diye tekrarlarmış. İşte Platonov, Mutlu Moskova’da anlattığı öyküsüyle Stalin’in bu retoriğine görünürde aynı şeyden bahsedermiş gibi yaparak, ancak arka planda tam tersini göstererek ustalıkla cevap veriyor. Tıpkı Platonov'un diğer eserleri gibi, Mutlu Moskova da Stalin dönemindeki idealist propagandalara karşılık toplumsal gerçekliği gözler önüne seriyor. Moskova'nın yaşadıkları ve tanıştığı kişiler üzerinden, insan ruhunu amansız bir savaş meydanına çeviren karşıt güçleri de ustalıkla betimliyor Platonov: Birilerine, bir şeylere bağlanma ihtiyacı ve bu bağlılıktan duyulan korku, mantık ve duygular; toplumsal benlik ve bireysel benlik, bir şeyler yapma arzusu ve bu arzuyu öldüren nafilelik hissi...
Mutlu Moskova’da küçük yaşta yetim kalan genç bir kadının öyküsü anlatılıyor. Hayatı keşfetmeye çalışan, içi içine sığmayan Moskova, meslekten mesleğe ve bir romantik ilişkiden diğerine geçerken hem değişik tecrübeler yaşıyor hem de ilginç karakterlerle karşılaşıyor. Önce son derece başarılı bir havacı ve paraşütçü oluyor Moskova. Kendini bir anda rejimin elitleri arasında buluyor. Ancak paraşütle atlarken sigara içmeyi deneyince, alev alan paraşütü nedeniyle hem gökyüzünden hem de hızla çıktığı prestij merdivenlerinden düşüşü de hızlı oluyor. Platonov’un kendi hızlı kariyer iniş ve çıkışını ne kadar da anımsatan bir metafor değil mi?
Ancak Moskova başına ne gelirse gelsin delişmen heyecanını, çocuklara özgü iyimser neşesini, rejime olan sarsılmaz inanç ve bağlılığı ile onu gören her erkeği büyüleyen güzelliğini yitirmiyor. Mimar, doktor, mühendis, asker… Onu gören her erkek dayanılmaz bir çekim kuvvetiyle ona ve ‘bereketli’ vücuduna doğru çekildiğini hissediyor. Yani aynı Moskova şehri ve ona kapılan halk gibi... Ancak aynı şehrin de yıkılıp yeniden yapılması, bir şeyleri kaybedip yeni bir şeyler kazanıyor olması gibi Moskova’nın hayatında da hep son derece dramatik değişiklikler oluyor. Hatta işçi olarak çalıştığı bir metro inşaatı sırasında geçirdiği bir kaza sonucu tek bacağını kaybedip yerine bir takma bacak sahibi dahi oluyor. Evet, bir kez daha karşımızda büyük bir değişim geçiren dönemin Moskova şehriyle ilgili bir metafor var.
Bu arada Moskova’nın yanı sıra başta çevresindeki erkekler olmak üzere pek çok renkli karakter daha tanıyoruz. Örneğin insanın ruhunun varlığına takık olan Doktor Sambikin ve mühendis Sartorius gibi… Mühendis herkesin ruhunun var olduğuna inanıyor ama doktor buna yalnızca inanmakla kalmayıp insan vücudunda, ölülerin kadavralarında bir arayışa çıkıyor. Çünkü araştırmalarına göre bir tür çok güçlü yaşam enerjisi olarak nitelendirdiği bu maddenin kalıntılarına yaşayan insanlarda değil ama ölülerin cesetlerinde rastlıyor! Ve ironik bir şekilde asıl kaynağın da insanların bağırsaklarının olduğu yerde saklandığını keşfediyor. Buluşunu paylaştığı Sartorius’un şu yorumu ise dikkat çekici... “Sartorius cesedin üzerine, insanın boş ruhunun bulunduğu bağırsağa eğildi. Parmaklarıyla dışkı ve yiyecek kalıntılarına dokundu, tüm bedenin dar, sefil yapısını itinayla inceledi ve sonra ‘En iyi, en olağan ruh budur ki zaten. Başka da yok hiçbir yerde,’ dedi.”
Öykü yukarıdaki gibi çok sayıda ince hicivle dolup taşıyor, sürekli olarak robotlara özgü bir tür sunilik hissi veren bir aşırı mutluluk, inanç ve güvenle dolaşıp duran karakterlerin parlak renklerinin yerini sonlara doğru giderek doğrudan siyah-beyaz tablolar almaya başlıyor. İşte üstü kara bir perdeyle örtülmüş,adı yasaklı bir dönemden, kısa süre öncesinin Çarlık rejiminin hayatındaki kimi değerlerden, bir tür olumlayıcı özlem duygusuyla yadetmeye cüret eden, bir pazar sahnesini anlatan şu cümlelerde olduğu gibi... “Bu pazarda, varoluş nedenini yitirmiş ama insanlığın katı bir kalite hesabının sembolleri sayarak rağbet ettiği eşyaları satanlar da vardı kalabalığın içinde: Onlarca yıl ihtiyatlı bir bedenin muhafaza ettiği, epeyce toz yutmuş eski on dokuzuncu yüzyıl giysileri satılıyordu; sergilenen kürkler devrim süresince o kadar çok el değiştirmişti ki insanlar arasında aldıkları yolu ölçmeye yeryuvarlığının bir meridyeni kısa gelirdi; birtakım olağanüstü kadınların sabahlıkları, papaz cüppeleri, çocuk vaftiz etmede kullanılan boyalı çanaklar, vefat etmiş beyefendilerin redingotları, uzun zincirlerin ucundaki takılar vesaire de bulunuyordu. Bunların yanı sıra yakınlarda ölmüş insanların –ölüm vardı zira– günlük giysileri, gebe kalınan bebekler için hazırlanmış ama sonradan galiba doğurmaktan vazgeçip kürtaj olan annenin, evvelden aldığı çıngırakla birlikte yasını tutup elden çıkardığı minik çamaşırları da bol miktarda satılıyordu. ...Bazen figürlerin arkasında, peyzaj/ tabiat ortasında bir kilise görülüyor, mutlu, hep geride kalmış bir yazın meşeleri yükseliyordu.”
Bu satırlarda farkındaysanız özellikle iki durum dikkat çekiyor. Bir, Platonov açık açık “ölüm vardı zira” diyerek görünürdeki mutlu tabloyu bozup, yaşanan ölümlerden bahsetme cüretini gösteriyor. İki, kürtaj yapan kadınlara dikkat çekiyor. Çünkü o dönemde kadınlar arasında çocuk doğurmak yerine yeni rejimi yükseltmek için daha çok, çalışan bir işçi olmak makbuldü. İşte sırf bu altı çizilen iki durum nedeniyle bile insan Platonov’un meleklerinin varlığına inanıyor.
Platonov, bu öyküyü 1932-36 yılları arasında yazmış ancak belirsiz bir nedenle tam olarak tamamlamamıştı. Üstünden son olarak geçilmeyen, tam bitmemiş bir roman yani Mutlu Moskova... Yasaklı olduğu için o dönem basılamayan roman, yıllar sonra ancak 1991 yılında ülkesinde yayınlanabildi.