Jaklin Çelik, "Devecioğlu’ndan ‘bir zehirli armağan’", Agos Kitap/Kirk, Ekim 2011
Zaman, mekân ve içinde bulunduğumuz kaçınılmaz olan an. Bellek, anımsama ve yanılsamalarla, mekân ve zamanın izini sürerek onunla bugüne dair somut bir cümle kurmaya çalışır. Ama genelgeçer kanaatin aksine zaman o kadar durağan ve katı ki içinden geçen her şey onun şeklini alır. Her şey gibi cümleler de şeklini kaybeder, sözcükler asılı bir ipten kayarcasına düşer. “Zaman, gündüzleri yapraklar, kuşlar ve belli belirsiz seslere karışıyor, geceleri ağaçların arasında titrek, yorgun bir fısıltıya dönüşüyordu.” Zamanın onca katılığı karşısında vaat ettiği huzur da bir ütopyadır. Tahayyülü bir anlıktır ve gerçek kaskatı bir şekilde karşımıza dikilir. “... Kapı açıldı ve yüksek topuklarla son bulan bir bacak, tıpkı filmlerdeki gibi dışarı uzandı; sarışın, çok gösterişli bir kadın kapıyı sertçe kapattı.” (s. 53) Dolayısıyla zamana mayalanan huzur da bozulmaya hazır pusuda bekler.
Ayşegül Devecioğlu yeni yayımlanan kitabı Başka Aşklar’da, farklı coğrafyalarda, farklı mekânlarda anlatılan altı öykünün (Koltuk, Tek Çaresi Ölümmüş, En Çok Karşılaştığım Adam, Kötü, Kurşun Memed ve Xet) odağına alıyor aşktan çok aşksızlığı. Ama bunların da ötesinde, tüm bu öyküler, içinden geçtiğimiz çalkantılı dönemin birbirine eklemlenen bir anlatımı sanki. Kanlı silahların gölgelerinin üzerimize düştüğü bir dönemde zamana bulaşarak çoğalan umutsuzluğu dilekleri ve korkuları arasına sıkışmış, araftakilerin coğrafyasını resmediyor yazdıklarıyla. “Belki, orada, düşünü kurmanın bile yasak olduğu topraklarda, dut, badem ve nar ağaçlarının gölgelediği sakin avlular bulmayı umuyorlardı. Oysa artık kimsenin gidebileceği bir yer yoktu.” (s. 89)
Öykü biter ama ses kalır
Zamanın görünmeze hapsedeceği tüm görünür olma hallerini karşısına alıp şimdiki zamanda sorgulamaya tabi tutuyor. Zaman onun sözcüklerinde eğilip bükülüyor, hatıralar cisimlere suretini veriyor. “... Koltuğun kolları gibi tarazlandığı kısımda, yarı yarıya kapalı görünen iki kocaman gözün hayal kırıklığı ve kinle yandığını hissediyordu.” (s. 16)
‘Koltuk’ öyküsünde ablasının intiharının ardından kendi bağırtısıyla (“Ablaa!!!”) başbaşa kalan kız kardeşi, Devecioğlu, öyküde de bir başına bırakıyor. “Ses belki bitiyor ama kulaklarında devam ediyor olabilir.” (s. 24) Böyle bakıldığında öykü sanki kendiliğinden yazılmış ya da inmiş bir vahiy gibi duruyor. Belki de bir gün okunmak üzere havada kalakalmıştır; öykü biter ama ses varlığını duyurmaya devam eder.
Öykülerde sadece insanlar ve mekânlar değil doğaya ait başka canlılar da zaman zaman katılıyorlar anlatıya ve kendi hikâyelerini sürdürüyorlar. ‘Kötü’ öyküsünde, Kötü karakterinin dehşetine kapılan apartman sakinlerine “İki karga onun tam karşısındaki ağacın dallarını kıracak gibi” sallanarak karşılık veriyorlar mesela. (s. 53)
Hayal ile gerçek arasındaki ilişkide gerçekliğin elde ettiği zafer karşısında “Hülyalı atkestanelerinin gerçek dünyadan çekip aldığı sokak, her şeyi düşe, hayale ve yanılsamaya dönüştürebiliyor(du).” (s. 56)
Şeref Apartmanı’nın yaşlı sakinleri travesti olan Kötü’nün yoldan çıkmış çirkefliğine, apartmana taşınırken kamyonda fark ettikleri Atatürk çiçeği için belki tahammül edebilirler. Ama durumun vahameti günden güne kendini o kadar belirginleştirir ki içine doğup büyüdükleri sistemin de “bu zehirli armağan” (s. 62) karşısında ezberi bozulur adeta. Kötü’nün kötü olmasına sebep olan ilmekler bir bir çözülür ve Kötü’nün içindeki kötü çekilip alındığında asıl değişen diğerleri olur. Kötü’nün kırbacının aşk karşısında düştüğünü görürler. Böylece içlerindeki korku ve tedirginlik yerini merhamete bırakır. Herşey normale döndüğünde hiçbir şey eskisi gibi değildir elbette ama yine de “... havada Kötü’den kalan bir şeyler vardır.”(s. 70)
‘Xet’ öyküsü kitabın zeminine yayılan coğrafyanın güney kısmında, sınırda geçiyor. Mayınların yarım yamalak bıraktığı bedenlere bakarak geleceksizliği okuyan bir çift göz gibidir anlatıcı. Yavaş yavaş, yaka kavura öldüren bir savaşın hikâyesidir anlatılan. Kayıplara karışmış bir aşk, dağın kucak açtığı yağız delikanlılar, mayına atlayan kadınlar, insanın okurken burnunun direğini sızlatan is kokusu. O koku ki kızların çeyiz sandıklarına sızmıştır, yaşlıların yüz çatlaklarına, kurumuş nar ağacının dallarına, bebelerin beyin kıvrımlarına yerleşmiştir. Düğünsüzlerin kına gecesinde bir çift kınalı el girer toprak altına ve her defasında bir ses sınırın öte tarafında gezinmeye devam eder.
“Yanan ormanlar, köyler, ahırlarında diri diri yakılan hayvanların sesleri uzaktaydı; ama yanık kokusu, büyük yıkımların o akıl sır ermez yollarını izleyerek kilometrelerce uzaklıktan gelip her şeyin içine işliyordu; ipliklere, boyaya, kumaşa... Çamaşırlardan gelen kokuyu ümitsizce içine çekti, bin kez yıkasa da onları arıtamayacaktı; koku kafalarının içindeydi; beyinlerine girmiş, ciğerlerine işlemişti...” (s. 88)
‘Xet’ öyküsü, sınırda geçmekle kalmıyor, aynı zamanda okurun zihninde de bir sınır çiziyor. O sınır yıllardır süregiden savaşın, bir toplumun, bir coğrafyanın yangınına işaret ediyor. Ayşegül Devecioğlu gitmeyi göze alanları burunlarında is kokusuyla geri gönderme garantisi verdiği o cehenneme davet ediyor. Sınırın öte tarafına karışmış seslerin zamanın bütün esnekliğine ve katılığına rağmen sıkı sıkıya kurdukları cümleleri duymak mümkün olacaktır belki de. “Kaç çeşit nar varmış biliyor musun abla? ... Ekşi, tatlı, mayhoş!” (s. 87)