A. Esra Yalazan, “Andrey Platonov, İnek ve dalgınlık...”, Taraf, 24 Ocak 2010
Durduk yerde münasebetsiz bir kafa travması yüzünden son günlerde defalarca girdiğim beyaz tabutumsu, gürültülü tüpün içinde ineği düşünüyordum. Rus yazar Andrey Platonov’un ‘İnek’ isimli hikâyesindeki o kederli varlığı. Biliyorum, cümleyi böyle kurunca pek inandırıcı gelmiyor belki kulağa ama ne yazık ki gerçek bu. Geçtiğimiz hafta niyetim hayatı dalgın bakışlarla kuşatan Rus yazarlarını düşünerek çıktığım eve dönüp yazımı yazmaktı ama maalesef kendimi fevkalade sürprizli bir şekilde hastanede buldum. Sonra hadiseler büsbütün tuhaf bir hal aldı.
(Bu arada; bu köşede kendime dair bir hikâye anlatırken uydurmaya hiç heves etmedim ama şımarık bir çocuk gibi okurdan ilgi bekleme merakım da yok. Lakin geçen hafta “rahatsızlığım yüzünden ara verdiğim” ibaresinden sonra bile biraz sitemkâr ama övgü dolu mektupların yanı sıra hayal kırıklığını alaycı cümlelerle ifade eden notlar da aldım. Kafama göre, istediğim vakit yazıyormuşum. Ne güzel bir hayatmış bu, vs. Doğrusu isterdim ama gazete yöneticileri bundan pek hoşlanmaz. Okul hatta neredeyse kışla disiplini sever onlar. Dolayısıyla kafama göre değil de kafamın içinde beni yöneten organın yaşamsal direncine göre yazmaya çalışıyorum bu aralar.)
Stalin yasakları...
Bir arkadaşımın tavsiyesiyle keşfettiğim Platonov’un, insanın özündeki çekirdeğin içini görebilen, derin bir sezgiyle anlattığı hikâyelerinin her biri bana yazının hayatı sağaltma ve çoğaltma gücünü hatırlattı hakikaten. Maksim Gorki tarafından keşfedilen yazar, 1926 yılında kısa hikâyeleriyle tanınmaya başlamış. İkinci dünya savaşında, savaş muhabiri olarak çalışan Platonov’un öyküleri, romanları Stalin tarafından eleştirilince 1990’lı yılların başına kadar yasaklı kalmış. Daha sonra KGB’nin edebiyat arşivinin halka açılmasıyla bitmemiş bir romanı daha gün ışığına çıkmış. Yazar yeniden keşfedildiğini göremedi haliyle. O 1951’de çalışma kapmalarından dönen oğlundan kaptığı tüberkülozdan ölmüş çünkü.
Benim basit görünen o çarpıcı hikâyeyi tuhaf bir anda hatırlamam boşuna değil. Platonov’un zamanı ve uzamı paramparça eden lirik bakışıyla, o efsunlu edebiyat dünyasının epeyce zıttı olan siyasi tavrının keskin sınırları arasında hayranlıkla dolaşırken okuduklarımın kalıcı izler bırakacağını hissetmiştim ama Vasya’nın saf bilinciyle çarpışma anım beni bile şaşırttı.
Anlamadığında azap duyuyordu
Hikâyede, yazarın kendisi gibi bir demir yolu işçisinin küçük oğlu olan Vasya, yaşadığı köyde sadece okulu ve istasyonu görerek yaşıyor. Bu yüzden yolcu trenlerinin camlarından bakan insanların yüzlerini sevinçle ve endişeyle inceliyor. İneğini ve buzağısını da çok seviyor ama o en çok vagonların, lokomotiflerin, trenlerin, buhar makinelerinin nasıl çalıştığını merak ediyor. Yazar o titrek çocuğu şöyle tarif ediyordu: “Gördüğü bir nesne ya da maddenin kendi içinde nasıl yaşadığını ve faaliyet gösterdiğini anlamadığında azap duyuyordu.”
Bu cümleleri düşündüğüm sırada içine hapsedildiğim tüpün tavanındaki aynadan camın öte tarafında kafatasımı inceleyen doktorlarla birlikte beynimin kıvrımlarını izliyordum. “Çok saçma dedim” kendi kendime. “Beni puslu bilincim ve soğumuş ruhumla birlikte makinenin içinde unuttular, hırıltılı bir motor vasıtasıyla görebildikleri incecik damarlarımı inceliyorlar...” Bense o esnada beyin denilen acayip sistemin nasıl çalıştığını, nasıl bu kadar çabuk bozulabildiğini ve sonunda bizi nasıl işe yaramaz hale getirebildiğini merak ediyordum halbuki.
İneğin bulanık aklı
Platonov, yazma gücünü hümanizmden, sadeliğin zarafetinden, tabiat sevgisinden alan, geçen yüzyılın pek çok Rus yazarı gibi kendiliğinden ‘dalgın’ bir adam. Öyle doğmuş ve hep öyle yaşamış gibi. Bir ineğin kaybolup giden oğlunun ardından hissettiklerini şöyle anlatıyordu hikâyede: “Vasya ineğini uzun uzun okşadı, şefkat gösterdi ona ama o aldırmıyor, kıpırdamadan duruyordu. Şimdi sadece oğluna ihtiyacı vardı –hiçbir şey onun yerini tutamazdı. Ne ot, ne insan ne de güneş. İnek, bir mutluluğu unutup bir başkasını bulabileceğini ve eziyet çekmeyi bırakıp yeniden yaşayabileceğini anlamıyordu. Bulanık aklı kendisini kandırmasına yardımcı olacak güce sahip değildi. Yüreğine ya da duygularına bir kez sızan şey ne bastırılır, ne de unutulurdu.” O divane inek hikâyenin sonunda trenin altında kaldı. Bilerek, bulanık, düşünemeyen aklıyla...
Eve döndükten sonra ‘bulanık aklımın’ kötü koşullara rağmen yola devam edebilmek için savaştığı bu zor günlerde, onun hikâyelerini tekrar okumak istedim aslında. Tahmin edilebileceği gibi böyle zamanlarda okumak, yazmak, dünyaya aydınlık bakabilmek pek kolay değil. Kafatasımın içinde sürekli birbirine vuran çelik toplara alıştım sayılır ama dünyayı kirli bir tülün ardından izlemek hissi beni de Platonov gibi biraz dalgın yapıyor galiba. Vizörü bozuk, ses kayıt sistemi pek iyi çalışmayan, görüntüyü netleştiremeyen, eskimiş bir kamera gibiyim sanki...
Kumrularla dalıp gitmek...
Arada balkon penceresine yaklaşıp bahçedeki kuru incir dallarına tüneyen kumruları seyrediyorum. Çürümüş nar kabuğu gibi matlaşmış minik gövdelerinin altında sakladıkları buz mavi kanatlarıyla zarif ağaç süsleri gibi fırtınaya rağmen hiç kıpırdamadan duruyorlar. Mırıltılı mahmurluğuma eşlik ederler belki diye onlara sabahları buğday veriyorum... Kuşlara isim takmayı seven yazar arkadaşımdan bana şefkatli haberler getireceklerini ümit ediyorum bazen. Sıcak denizleri okşayarak gelen Kumru Kamil, yalnızlığını unutmak için pervazın kuytusuna sokulmuş, “dünya neden böyle başımızı döndürüyor” der gibi yüzüme bakıyor. Sisli boğazdan geçen yorgun şilepleri seyrederken hayatın biricikliğine, basitliğine, sıradanlığına dalıp gidiyoruz beraberce. Ama ben Kamil’e uzun süre eşlik edemiyorum. Dalgınlığın sarhoşluğuna teslim olmam tehlikeliymiş. Ev halkı biraz tedirgin. Kalabalığa karışmam, heyecanlanmam, uyuyup kalmam, fazla düşünmem, şuurumu kaybetmem ve daha bir dolu şey yasakmış. Bense bu aralar çok ‘şuurlu’ yaşamının iyi bir fikir olmadığını düşünüyorum zaten.
Dünyanın kendisi yokmuş...
Mümkünse bu aralar Platanov’un insanlık trajedisini çok derinden anlattığı hikâyelerindeki ‘şuursuz’ kahramanlar gibi bilinen dünyadan uzaklaşıp hayal âlemlerinde biraz soluklanmak istiyorum. “Gecenin arifesinde dünyadaki her şey fazlasıyla açık seçik, göz kamaştırıcı ve düşseldi, bu nedenle dünyanın kendisi hiç yokmuş gibi geliyordu insana” diyebilen bir yazarla sabaha karşı Potudan Nehri kenarında ekinleri ve çalıları oynatan serin bir rüzgâr eşliğinde bebek adımlarıyla kısa yürüyüşler yapmak ister gibiyim. Bana dönecek bir hayatı olmayan mahzun erkekleri, o adamları çaresizce bekleyen hüzünlü kadınları, hiç gerçekleşmeyecek olan idealleri uğruna çalışan yorgun işçileri, bir geleceği olmadığını bildiği halde zamanın nöbetini sabırla tutanları, dünyanın boşluğunda umutla mana arayan tutkulu insanları, kendi acısına hapsolup başkalarınkine duyarsızlaşanları, aklını unutmak isteyenleri hayatın sıkıntılı soluğuna inat o iyimser sesiyle mırıl mırıl anlatsa...
Şöyle uzun tüylü mavi bir hırkam, gıcırdayan ahşabın üzerinde sürüklediğim ayaklarıma bol gelen kalın kırçıllı çoraplarım da olsa hatta... Üzerinde bakır çaydanlığın tıngırdadığı çini sobanın dibindeki buğulu pencerenin önünde oturup donmuş nehrin üzerinden havalanan boz renkli kuzey kuşlarına baksak birlikte. O bana savaş sonrasında evine dönerken genç bir kıza âşık olan kahramanı İvan’ın terk ettiği sevgilisinin kokusunu nasıl anımsadığını fısıldasın. Maşa’nın saçlarının ormanda dökülen güz yaprağı gibi koktuğunu anlatırken, “insan hiçbir şeyin yokluğunu çekmese ve kederlenmese başka bir insanı sevemez ki, sevgiyi oluşturan belki de o yokluktur” desin. Avutulamayan bazı acıların ancak uzun bir unutkanlıkta ya da gündelik kaygıların dalgınlığında tükenebileceğinden bahsetsin sakince. Öyle susup kaygısız ormanın yalnızlığında dalgınlaşalım. Sonra belki yeniden kırılan zamanın toz gibi incecik akan aydınlık saatlerine döneriz yine...