Pakize Barışta, “Ayşegül Devecioğlu’ndan: Kış Uykusu”, K Dergi, Haziran 2009
Edebiyat önce korkuyu tanıdı belki.
Diğerlerini sonra da tanımış olabilir; sevinç, sevgi, mutluluk gibi...
Edebiyat hala korkuyor!
Çünkü hâlâ sistemin söylemi içinde, kendini sürekli üreten, çoğaltan, yayan; kimi zaman açık faşizan, kimi zaman kendini ustaca bir kamuflaj içinde naif gibi sunan bir korku kaynağı var.
Bu söylem sadece yazıya söz geçiremiyor; bir tek yazı hayatta kalabiliyor!
Hakikat, yazı sayesinde ayakta duruyor!
Edebiyat da, söylemin gizlediği hakikati bulup ortaya çıkarıyor. Bu çaba, insanın korkuyu yenme çaresidir aynı zamanda.
Edebiyat dünyaya mahkum edilmiş insanın –sınıflı toplumun binlerce yılı içinde– tek çaresi görünüyor.
Söylemin bizlere gerçek olarak sunduğu şey(ler)in, aslında gerçekliği öldürülmüş, yok edilmiş, ideolojik olarak ve siyaseten bir tür sanal gerçeklere dönüşmüş bu fenomenin –oyunu ve ezberi bozarak yaptığı– bir deşifrasyonudur aslında edebiyat.
Örneğin edebiyat (12 Eylül sonrası), 12 Eylül’ün “edebi deşifrasyonu”dur; 12 Eylül’ün “edebi sorgulanmasıdır.” (Yani öyle olmalıdır.)
Korkunun kaynağına gelince.. “Çok eskiden ses parçacıkları varmış, insanlar düşünmeye başladıklarında, kelime yerine geçen ses parçacıkları... İlk kez canları yandığında ya da çok korktukları için bir ses çıkarmış olmalılar. O zamanlar çok korkuyorlarmış, hâlâ korkuyorlar, hatta daha çok korkuyorlar. Kelimeler bile çaresiz kalıyor bu korku karşısında. Diyebiliriz ki ilk sese korkunun gölgesi düşmüş. Kelimelere sevincin ışığı düşebilirdi. Düşmemiş.”
Ayşegül Devecioğlu’nun, yeni yayımlanan kitabı Kış Uykusu’ndaki yaralı beş hikâyesi de birbirine sesleniyor, birbirine işaretler gönderiyor; resmi söylemin karşısında birbirine payanda oluyor.
Yazar, infaz edilmiş bir gerçeklik içinde ayakta kalabilmiş!
Ve edebiyat zincirine sağlam, kalıcı bir halka eklemiş; Kış Uykusu, Veremli, Ziyaret, Bir öykü yazmalıyım, Beşmeşelik’te bazı tuhaf işaretler adlı hikâyeleriyle.
Bu hikâye adları bence ezberlenmesi gereken adlar.. bir yerlerde, bir yerlerimizde saklanması gereken edebi hücrelerimiz bunlar.
Ayşegül Devecioğlu, insanın 12 Eylül söylemi tarafından adeta yok edilmiş, çiğnenmiş homo politicus’luğunu yeniden inşa etme çabası içinde bu kâbusu “nefesiyle” dağıtmaya çalışıyor.
Ayşegül Devecioğlu, duyarlı her yazar için geçerli olabilecek bir duruş ve açıklamayı yazarlığının misyonu olarak çok net bir biçimde kamuya bildiriyor adeta: “Yazar dünyadadır ve kendisi istese de istemese de, bunun bilincinde olsa da olmasa da politikanın ve ideolojilerin içinden konuşur. Tarihimin, politik düşüncelerimin duyarlılık ve sezgilerimi geliştirdiğini, bu anlamda yazarlığıma katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Edebiyat dışına itiliyorsam bile, neticede bu kişisel olarak kaygı duyacağım bir şey değil. Tam tersine, bu, politik durumdan hiç de ayrı görmediğim edebiyat alanına, 12 Eylül’ün neler yaptığı konusunda önemli bir ipucu.”
Kış Uykusu adı, neredeyse otuz yıllık bir uykunun semiyolojik tanımıdır bence; içinde bir kara mizah da taşıyan bir uykudur bu.
Kış Uykusu’nda yer alan hikâyelerin ana duygusu faşizmin tecavüzünden ve öldürücü erkinden arta kalanların –hangi konumda ya da kimlikte olurlarsa olsunlar– adeta fazladan kalan hayatları’dır. Ki, yazarın hayatı da dahil olabilir tabii bu yaralı tanıma.
Ayşegül Devecioğlu’nun edebiyatı bir şeylerin üzerinde dolaşıyor ve kuş bakışı, önü ve sonu sonsuzlukla buluşan dünyevi “yol”lar gösteriyor aşağılara: “Çünkü edebiyat, milliyetçilikler gibi, ırklar gibi, sınıflar, hatta cinsiyetler gibi sonradan kurulmuş olanın ötesinden türer. Her şeyin öncesinden ve üstünden konuşur. Bunları yok saydığı için değil, evrensellik diye tanımladığımız ve edebiyattan beklediğimiz şey tam da bunlara büyük bir itiraz olduğu için.”
“Serxw
Halk Y A Ş A S I N
mahir
UZ KIZILDE Mücadele Biji
azadî LARIN KARDE Ş LİĞİ”
Yoksullar sakıncalıdır ve yoksullar yukarıdaki gibi tarihsel duygu derinliği olan yazı-mesajlar istiflerler duvar yüzlerine; yamuk yumuk gecekonduların, yoksul evlerin duvarlarıdır bunlar.
Ancak bu duvarlar, geleceğin inşasının abideleridir aslında.
Faşizmin ürettiği korkular sonucu, bu duvarların bu yazıları kireçle badanalanarak yok edilir.
Peki yok edilir mi?
Asla!
Faşizm silindir gibi geçerken duvar parçaları, –ki, yazar bizi bu konuda ciddi olarak uyarır; gözlerimizi bu duvarlara dikmemiz gerekiyor– zamanı gelince göz kırpar, adeta ses verir: “Beşmeşelik’ten geriye kalan tek şey duvarlardı. Bazen şiddetle yağan yağmur, kat kat sürülmüş beyaz badanaları sildiğinde, bazı harflerin, bir vakitler anlam taşıyan sözcüklerin parçaları görünüyordu.
“KUR OL
HÜ WE GA
Kimi harflerin sadece karınları ya da kuyrukları kalmıştı. Kimileri ise zamana ayak uydurarak aylak, dalgacı bir şeylere dönüşmüşlerdi. (...) Gözdağı verildikten sonra salıverilen Beşmeşelik, firardaydı. Ne de olsa naylona sarılıp, şeker çuvalları ve tahta sandıklar içinde kümeslerin tabanına, toprak ocaklara, ağıllara, meşeliğe kazılan çukurlara gömülen silahların ve kitapların yerini bilen bir tek o kalmıştı. Yakalanırsa her şeyi üstüne yıkacaklarından şüphesi yoktu. Onu ele verecek tek şey yağmurlardı. (...) Ama duvarlar konuşmaya devam ediyorlardı.”
Kış Uykusu’nda yer almış, adeta kanlı canlı tasvir edilerek canlandırılmış karakterlerin bireysel acılarına ve bir türlü kabuk bağlayamayan yaralarına –ki, kadınlar yaralıdır– gelince.. benim bu büyük acıyı değerlendirip, bir biçimde yeniden dillendirmem olanaksız adeta; zira yazarın şu açıklamasına ben de katılıyorum:
“...Dünyanın yaşlanması olarak tanımladığım gerçekliğin, 12 Eylül sonrasındaki karanlığın, toplumun ifadesine, hayal gücü ve yaratıcılığına ket vurulmasının sonuçları üzerine düşünmeliyiz.”
Evet, ben de düşünmeye çalışıyorum!
Ayşegül Devecioğlu’nun edebiyatı ve edebi gücü, insanı siyasi ve kültürel uykusundan uyandıracak derecede samimi bir şaşırtma efekti sağlayan bir “yazı manzumesi” benim için.
Son alıntı, yazarın, Bir öykü yazmalıyım adlı hikâyesinden çok sevdiğim bir bölüm: “Saatlerce izleyebilir insan bir kediyi. Hayatın, bir kedinin küçücük pembe dilinde bile büyük olabildiğini görmek için filan değil; ama o da var... İlla bir sebep gerekmez kedileri saatlerce izlemek için...”
Ayşegül Devecioğlu da edebiyatın sessiz devrimcilerinden bence.