Necmiye Alpay, “Devecioğlu'nun yarı saydam kadınları”, Radikal Kitap Eki, 9 Temmuz 2009
Aysegül Devecioğlu’nun yeni çıkan öykü kitabı Kış Uykusu, bir zirve. Özellikle, kitapla aynı adı taşıyan öykü, yazarın daha önceki yapıtlarını da başka bir düzleme taşıdı. Bir süreklilik söz konusu bu metinlerde: İyiden iyiye geri çekilmiş, edilgin, yarı saydam kadınlar.
“Kış uykusu” adlı öykü konusunda, 2 Haziran 2009 tarihli Taraf gazetesinde yazan Özlem Ertan şöyle diyor:
“Öykünün anlatıcısı tıpkı diğer semt sakinleri gibi ancak akşamları duyuyor gecekonduda çığlık atan kızın ve ona küfürlerle karşılık veren babasının sesini”.
Bu saptamada iki sorun var: 1) Öykünün anlatıcısı, o sesleri duyan kişi değil; 2) Küfreden adamın kızın babası olduğuna ilişkin bir bilgi de verilmiyor öyküde.
Sesleri duyan, öykü kişilerinden biri:
Öyküdeki konumu açısından yarı saydam diyebileceğimiz bir kadın. Öykünün anlatıcısı, ‘o’ diye söz ediyor ondan. ‘O’nun anlatıcı sanılması, gözlemlenen değil, gözlemleyen konumunda olmasından kaynaklanıyor. Yarı saydam, bazen görüp bazen görmediğimiz, anlatıcıyla rol paylaşan biri, o.
Devecioğlu’nun ilk romanı Kuş Diline Öykünen’in başkişisi Gülay bir başka açıdan ‘yarı saydam’ kavramına yakındı: İnsanı ağlatacak kadar edilgin. Gülay ve sevgilisi Yavuz için, iki kişiye bölüştürülmüş tek kişilik diye düşünmek geliyordu insanın içinden. Etkinlik ve kahramanlık, erkeğin payına düşüyordu.
İkinci roman Ağlayan Dağ Susan Nehir’deki yarı saydam kadın (‘ben’ anlatıcı), farklı bir açıdan, daha saydamdı. Gülay gibi anlatılan konumda olmadığından, okurun onun varlığını fark etmesi ya da önemsemesi kolay değildi: Romanın anlatılan kahramanı (“Çingene”) ve kahramanları (Çingeneler) yeterince dikkat çekiciydi; tam tamına, dikkatimizi başka tarafa çevirmemize neden olmayacak kadar. Böylelikle, ‘ben’ anlatıcı ve ailesi, geri planda, gölgede durabiliyordu.
“Kış uykusu” öyküsündeki ‘o’ da teknik olarak tıpkı ikinci romandaki ‘ben’ gibi gözlemci konumunda. Ancak, bu kez anlatıcı o değil ve saydamlıktan çıktığı yerler anlatıya zemin oluşturmaktan ibaret kalmayacak kadar ağırlıklı. Yine de bu durum onu gözlemci rolünden kalıcı bir biçimde uzaklaştırmıyor.
Dediğim gibi, bu kadınların, kurmacadaki diğer kişilere bölüştürülmüş bir bütünü temsil ettiği düşünülebilir. “Kış uykusu” adlı öyküdeki ‘o’nun, aynı kitaptaki “Bir öykü yazmalıyım” adlı öyküde ‘ben’e dönüşmesi de geçişmelere dahil sayılabilir. “Bir öykü yazmalıyım” adlı öyküde bu noktayı tartışıyor ayrıca ‘yazar’:
“Ne var ki, insan başkalarını anlatamaz; yalnızca kendini anlatabilir. (...)
Ne derseniz deyin bu işe.”
Hande Öğüt bir yazısında, Devecioğlu’nun iki romanını incelerken, oradaki kişi-anlatıcı ilişkilerine değiniyordu (Haziran 2007 tarihli Mesele dergisi). Alabildiğine ufuk açıcı olan o yazıda katılmadığım önemli noktalardan biri, Öğüt’ün ilk romanda da bir ‘ben anlatıcı’ bulmasıydı. İlk romanın anlatıcısı, ‘ben anlatıcı’ değildir oysa; ‘tanrı anlatıcı’ denen türdendir. Tıpkı öykü kitabındaki beş öyküden dördünün anlatıcısı gibi. Kısacası, ‘ben anlatıcı’ yalnızca iki yapıtında var Devecioğlu’nun: İkinci romanında ve bu yeni kitaptaki “Bir öykü yazmalıyım” adlı öyküde. Çözümlemeyi etkileyen bir veri bu...
Devecioğlu’nun yarı saydam kadınları tek türden değil. Ortak özellikleri, geride durmaları ya da geride tutulmaları. Dolayısıyla yarı saydam, yani genellikle görünmez, dikkat çekmez haldeler. İç dünyaları ise mat kalıyor bizim için, belki kendileri için de öyle. Anlatıcı ve gözlemci konumunda olanlar, ihtiyatla, başkalarının aynasındaki görüntü parçalarına bakıyor ve bizim bakışımızı da o parçalara yöneltiyorlar. Yarı saydamlar, çünkü arada ailelerine ve 12 Eylül’e denk düşen devrimci /travmatik geçmişlerine ilişkin bilgiler çıtlatıldığı oluyor. Zaten ortam da o ortam...
Kış Uykusu’nda, olağanüstü yoğunluktaki edebiyat tadı devam ediyor.