Kış Uykusu’ndan, s. 11-14.
Onları ilk gördüğünde, semtin, üstüne devasa bir apartman dikilmeden kalmış tek arsasında, ağaçların arasında dolaşıyorlardı. İlk bakışta, gece avlanan, gündüz nadiren dışarı çıkan hayvanlara benziyorlardı; bir zorunluluk nedeniyle –açlık ya da susuzluk kadar kesin bir şey olmalıydı bu– yuvalarından uğramışçasına tedirgin, yabani...
Onda bu duyguyu neyin uyandırdığını anlatması zordu. Soluk giysilerinden, kaçak bakışlarından, vücutlarının insana özgü görünmeyen ahenginden sızan o tanımlanamaz şeyi, yabanilikten daha iyi ifade edebilen bir sözcük, daha şefkatli bir betimleme bulmak için epey kafa yormuştu.
Ön tarafı geniş bir sokağa açılan, arkasından semtin en işlek caddelerinden birinin geçtiği arsa, virandı. Caddeyle bahçeyi ayıran bir çit ya da duvar yoktu. Bahçe, kaldırımdan iki-üç metre yukarıda kalan otlarla kaplı bir yamaçla son buluyordu. Burada, gövdesi yere uzanıp kalmış kuru bir ağaç ve garip şekilli birkaç kökten başka bir şey görünmüyordu. Ancak bahçenin daha içeride kalan kısımlarında, yüksek apartmanların çevrelediği küçük alanda, bazılarının üstü meyveyle dolu bakımsız ağaçlar gelişigüzel serpilmişti. Caddeye bakan yamaçtan içeri doğru, bir süre sonra çatallanan küçük bir patika uzanmaktaydı. El ayalarındaki kader çizgilerini andıran, toprak zeminde yürüye yürüye oluşmuş bu küçük yollardan birisi, ağaçların arasına kadar gidip gözden kayboluyor, diğeri, kısa olanı sola kıvrılıp bahçenin bir yanını boydan boya kaplayan çalılıklarda son buluyordu. Çalılıklar, kendi apartmanlarıyla viran bahçe arasında sınır teşkil eden alçak duvar boyunca, neredeyse hasmane bir edayla bitmişlerdi.
Biri kadın üç kişiydiler. Adeta sürünerek, bahçenin iki yanını çevreleyen apartmanlara kuşkulu, kimi kez öfkeli-hınçlı bakışlar atarak –ama hayvansı reflekslerle başlarını yerden pek kaldırmadıkları için bu bakışları yakalamak zordu– ağaçtan ağaca dolaşıyorlardı. Davranışları tıpkı birbirine benzediğinden, onlara sürü demek daha doğruydu belki; yere bakarak sarsak sarsak yürüyüşleri, meyve yerken başlarını iki yana sallayışları...
Her ağacın altında duruyor, dalları elleriyle aşağı çekip, yenebilecek durumda olanları ayırmak için uzun uzun inceliyor, meyveleri kopardıktan sonra aceleyle ağızlarına atıyorlardı. Meyvenin tadını almaya çalışırken, başlarını kendilerinden başka kimsenin duymadığı bir sese itiraz ediyormuşçasına hafifçe sallıyor, sonra başka bir ağaca yöneliyorlardı. Her biri ayrı ağaçlardan meyve yiyordu; biri terk ettikten sonra diğeri yanaşıyordu ağaca...
Onları gördüğü an, oturduğu apartmanın önünden geçen işlek sokağa sırtını vermiş tek katlı evin sakinleri olduklarını tahmin etmişti. Sokaktan geçildiğinde, kulübeyi andıran bakımsız, küçük evin kirli beyaz duvarı, ardındaki bahçeyi gizliyordu. Kendi çalışma odasının da bulunduğu arka taraftan bakıldığında ise ev, ağaçlarla örtüldüğü için görünmüyordu; eğrilmiş, dalları aşağı inmiş, tuhaf şekiller almış, kimisi tepesinden kesilip yanlardan uzamış ağaçların ardında cansızdı; başka bir zamana ait olduğunun bilincinde, rahatsız, sarsıntılı bir uykuyla uyumaktaymış gibi...
Haziran ayıydı. Yeni taşındıkları apartman dairesinin, yarı kapalı panjurlarının ardından viran bahçeye bakıyordu. Adamın, kendini çevreleyen düşmanları kollamaya alışkın bakışları, daha ilk seferde yakaladı onu. Saklanmaya çalışmadı. Adamın yaşı pek belli değildi, kırkla elli arasında olabilirdi.
Koparttıkları meyveleri tabağa koyma ya da yıkama zahmetine girmeden oracıkta yiyen bu ilginç komşuların, üstlerinde rengi kaçmış eşofmanlar, çorapsız ayaklarında yırtık terliklerle yalnızca kendilerinin anımsadığı çok eski bir töreye uyuyormuşçasına ağaçtan ağaca gidip gelmelerini ilgiyle izlemişti. Meyveleri kimi kez yüzlerini ekşiterek çiğnemeleri, kekremsi tadın, bütün hayatlarını betimleyen bir ifade olarak yüzlerine yerleşmesi, biri genç, diğeri daha yaşlıca iki erkeğin yediklerinden güç almışlar gibi, caddeye bakan yamaca ürkekçe oturup güneşlenmeleri izlenmeye değerdi. Kadın güneşe çıkmıyor, ağaçların gölgesinde saklanıyordu.
Bahçedeki ağaçlar da budanmamış, aşısız olmanın ötesinde bir yabanilik taşıyorlardı. Bu yüzden onlara bakınca, tuhaf bir kişileştirme ihtiyacı duyuyordu insan; mesela eğri değil de sakat olduklarını düşünüyordu. Onlar da tıpkı küçük evin sakinleri gibi göz önünde oldukları için acı çekiyormuş, canları yanıyormuşçasına iki büklüm duruyorlardı. Şehrin bu varlıklı semtinde, her an köklerinden sökülüp atılabilecek denli ayrıksı olduklarının, istemdışı bir kardeşlik duygusuyla kollamakta oldukları evin sahipleri kadar farkındaydılar sanki.
Bahçe, her şeyin inceden inceye düzenlendiği semtin ortasında vahşi bir orman, insan eli değmemiş bir vaha gibiydi. Ne var ki, eğri büğrü ağaçlar, arsayı yer edinmiş iki-üç köpek, sayısız kedi, oraya buraya uzanan garip şekilli kökler, inatçı çalılar, kısaca bu nasıl olduysa unutulmuş toprak parçasında, nispeten el değmeden kalmış doğanın kendisi bile, küçük sürünün yabani imgesiyle yarışamıyordu.
Caddeden, Balkan göçmeni gençten bir adam akordeon çalarak geçmekteydi. Bir memleket şarkısı söylüyordu. Şarkının sözlerini anlamamıştı; ama ezgi tanıdıktı, hüzünlüydü. Akordeoncu, yamaca oturmuş iki adamın önünde biraz oyalanıp, aşağıya doğru yürümeye devam etti.
Artık, camın hemen yanındaki çalışma masasına oturduğunda, kendini biraz eleştirerek de olsa, bahçeyi gözlemeye başlıyordu.
Böylece günler geçti, ağaçların ardındaki evin tuhaf sakinlerinin meyve yemek için bahçeye çıkması gibi, onun yarı kapalı panjurların gerisinden bahçede olanları izlemesi de törenin bir parçası olmuştu. Orta yaşlı erkek, bahçeye çıkar çıkmaz pencereye doğru bakarak, sanki onu fark ettiğine dair bir işaret gönderiyordu ve akordeoncu, aynı saatlerde sık sık caddeden geçip, varlığından haberdar olmadığı bu buluşmaya hep aynı ezgiyle katılıyordu.
Yaz sürüp gidiyordu. Bir gece, ilk duyduğu andan beri evdeki kıza ait olduğunu anladığı o yırtıcı çığlıkla uyandı. Çığlığı, hiç şüphesiz orta yaşlı adama ait olan, buhranlı ses izlemişti: "Allah belanızı versin!"