| ISBN13 978-975-342-789-0 | 13x19,5 cm, 264 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Ömer Özgüner, “Son Adım’ı mutlaka okuyorsun…”, Vatan Kitap, Mart-Nisan 2011 Bir eleştiri yazısı okuyorsun. A. Ömer Türkeş, bir kitabı anlatırken, yazarından, çağdaş Türk edebiyatının en parlak isimlerinden biri diye bahsediyor. Sen daha Ömer Türkeş’in A’sının açılımını çözememişken, böyle bir “parlak” ismi neden daha önce okumadığını düşünerek hayıflanmaya, sonra adını bile duymadığın için kendine daha fazla kızmaya başlıyorsun. Yazarının adının Ayhan Geçgin, kitabın adının Son Adım olduğunu öğrendiğin eseri öylesine okumaya başlıyorsun. Senin de gençliğinin komşu semtlerinden Küçükçekmece’de büyüyen, senin gibi Eskişehir’de okuyup okulu yarıda bırakan, annesini babasını kaybedip zaten pek konuşmadıkları ağabeyinin Rusya’ya gitmesiyle evi doksanlık babaannesiyle paylaşan, asıl adı Ali İhsan olan ama ailesinin seslenişiyle giderek Alisan’a dönüşen o tuhaf gencin dünyasına kendini kaptırıyorsun. Alisan işini kaybediyor. Üzülüyorsun. Ama o üzülmüyor. Babaannesinin her şeye dırdır etmesi senin bile canını sıkarken, Alisan sakinliğini kaybetmiyor. Sakinlik mi bu umursamazlık mı neyse artık. Alisan yaşadığı hayatı o kadar öylesine o kadar mecburiyetten yaşıyor ki... Sen buna siniklik demeye bile korkuyorsun. Çünkü Alisan’ın aklından insanı korkutan şöyle şeyler geçiyor, “Bir şey yakalayabilsen, yakalayıp izleyebilsen bu şeyin seni bir açıklığa, açık bir yere, belki soluk almanın ne demek olduğunu anlayacağın yüksekte bir genişliğe götürecek bir ipi taşıdığını hissediyorsun. Belli belirsiz uzayan ışıltılı bir ışık huzmesi: yaşamın ipi, canlılığın ipi... Ama parmak uçlarımdan hep kaçıp duran bir ip bu, kaçıp boğazıma dolanan ip bu. ÖFKEN BİR TÜRLÜ DİNMİYOR Bir voice over’ın anlattığı hikayeye nerede Alisan’ın birinci tekil şahsı karışıyor, anlayamıyorsun. Yazının lezzeti yüzünden bunu dert de etmiyorsun. Babaanne ölürken ölümün bütün acı yanına rağmen ne kadar zor olduğunu anlıyorsun. Bazen sen de Alisan gibi ölsün artık diyorsun. Ölmek ne uzun bir süreçmiş diyorsun. Ama ölüm sürecinin o eve getirdiği sevgiliye nedense o kadar şaşırmıyorsun. Kader diyorsun. Zaten kadının da adı Kader! Alisan sonunda birini sevecek hayatta ıskaladığı her şeye sahip olacak, dışına atılmış bile olsa bir dünyanın varlığına Kader’le inanacak sanıyorsun. Ama hayır! Ayhan Geçgin sana bu masum beklentiyi bile çok görüyor; bir türlü alışamadığı, “Bu dil seni rahatsız ediyor, kulaklarını tırmalıyor” dediği ana diline inat, Alisan’ı bir de memleketine yolluyor. Bindağ’a. Tunceli ile Bingöl arasındaki Bindağ’a. Babaannenin vasiyeti uğruna. Ve roman bir kez daha başlıyor. Alisan aynı boşluk hissinde, aynı çıldırtan umursamazlığıyla yine aynı Alisan. Hayatın ağırlaştığı bu yerde olaylar o kadar hızlı ve şaşırtıcı ilerliyor ki, anlamakta güçlük çekiyorsun. Alisan bunların başına geleceğini hep bilirmiş gibi oysa. Belki de bu yüzden o bir çaba göstermese de sen onun yerine öfke doluyorsun. Onun işkencecilerine yarı baygın halde söylediği İNSAN BİR HİÇ DEĞİLDİR sözünü tekrar edip duruyorsun. Öfken dinmiyor. Kitapta kusur arıyorsun. Başlarda sabah ezanını saat sekizde duymasına takıyorsun, yazın o saatte ezan olmaz diyorsun. Bir de kedi maması üreten bir yerde çalışan birinin kedi mamasının kokusundan hiç bahsetmemesini eksiklik görüyorsun. Ama çok iyi biliyorsun ki bunlar kusur filan değil. İki yüz elli dokuz sayfalık kitabı bitirdiğinde Alisan’ın yaşadıklarından umutsuz, insanın insanlık hallerinden yorgun, bu ülkenin sağırlığından öfkeli ve böyle bir kitabı bu kadar geç okuduğun için kendine kızgın olduğundan arıyordun o kusurları. Bulamadın işte. Geriye tek bir tesellin kaldı; Ayhan Geçgin’in Kenarda ve Gençlik Düşü’nü bir an önce okumak. Çok derinlikli bir dünyayı çok yalın bir dille anlatan Ayhan Geçgin’i sana öğreten A. Ömer Türkeş’e de içten içe minnet duyuyorsun. Yine de A’yı merak etmekten kendini alamıyorsun... |