Filiz Koçali, "Ağlayan Dağ Susan Nehir", Bianet, 5 Mayıs 2007
Ayşegül arkadaşım. Romanını adadığı Atiye Abla'yı da tanımıştım. Hatta kitabın kapak resminin yaratıcısının, Ayşegül'ün oğlu, tasarımcı Ali Fuat Devecioğlu'nun çocukluğunu bile biliyorum.
Yani kitap benim için o kadar tanıdık. Ama romandaki kahramanlar, masallar, nehirler, "içi ve dışı kireçlenen, yeri sıvalanan evler", gelenekler, küfürler, "yalan"lar o kadar yabancı. Üstelik yanı başımda, gözümün önünde olduğu halde.
Ağlayan Dağ Susan Nehir, bir Çingene'nin öyküsü; ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir Çingene'nin... Naciye Abla'nın...
Kedileri "kirli" sayan kendi halkının yanında kedi katliamlarına en azından "tanıklık" ederken, "gaco"larla birlikte yaşadığı evde kedilere şefkat gösteren, kendi halkı her gün hiç değilse iki yüz elli gram kıymayı sofrasına koyma alışkanlığındayken "gaco"larla birlikteyken et sevmeyen Naciye Abla...
Belli ki, Çingenelerin yersiz yurtsuzluğu kadar kendisi de yersiz yurtsuz kalmış.
Çocukluktaki Naciye Abla
Anlatıcının çocukluğundaki Naciye Abla, coşkulu sevgi gösterilerinde bulunan, tuhaf dualar eden, korusun diye çocukların sağına soluna nazarlıklar, otlar sokuşturan, en küçük iltifatı kolayca akıttığı gözyaşlarıyla ödüllendiren, uyduruk ama lezzetli hamur işleriyle mutfağı şenlendiren, çocuklara alınan civcivlere don dikecek kadar onların en akıl almaz isteklerini yerine getiren çok cazip biri.
Öte yandan çocukların bile farkına vardığı bir "yalancı". Bol bol anı, hikâye anlatmasına, akrabalarından "dayı çocuklarından", bir büyük bir küçük odası olan evinden, evinin önündeki erik ağacından söz etmesine rağmen "gizli" biri.
Naciye Abla'nın anlatıcıya anlattığı öykülerin; Malihulya'nın, Sairfilmenam'ın, Mayabozan'ın, Kankurutan'ın ne kadarının gerçek ne kadarının hayal, ne kadarının "yalan", ne kadarının kendi hayatına, ne kadarının başkalarının hayatına ait olduğu hala meçhul.
Anlatıcı sabırla iz sürmüş, hem Naciye Abla'nın hem de Mehmet Amca'nın, Basri'nin, Salih'in Sümbül'ün, Güney'in, erkeklerin, kadınların, çocukların da yaşamını aralamış.
Bütün bu yaşamlara dair olan öykülerin de ne kadar gerçek olduğu belli değil. "Çingene sadece karşısındakinin duymak istediği öyküyü anlattığı" için biz de ancak "inanmak istediğimiz öykülere inanabiliriz". Ben dağın ağladığına, nehrin sustuğuna inandım.
O bir Çingene
Çocukluğundaki evde Naciye Abla incinmesin diye "Çingene" ve "cahil" kelimelerinin yasaklandığı anlatıcı, Naciye Abla'nın Çingene olduğu gerçeğiyle barıştıktan sonra Naciye Abla'yla birlikte Çingenelerin de izini sürmüş adeta.
Onların kasabalarının, onların nehirlerinin, onların dağlarının... "Yalan"la barışmış, acımasız gelen dobralığa alışmış, aslında soykırım hikayesi olan kaderi anlamaya çalışmış.
"Evlerden, eşyalardan, mülklerden, bayraklardan, kitaplardan, banka hesaplarından, inceden inceye hesaplanan güvenli gelecek düşlerinden çatılmış dünyayı çıplak ayaklarının altında çiğniyorlardı; bacası tüten, güneşi parlayan çocuk resimleri gibi acemice çiziştirilmiş hayalleri buruşturup atıyor, ne cennetle ödüllendiriliyor, ne cehennemle korkutulabiliyorlardı.
Anı doludizgin yaşıyor; isteklerini ve umutlarını o anın avuçlarına teslim ediyorlardı; çıplaktılar, yalnızdılar, umutsuzdular, inatçıydılar. Baş eğmiyor, ele avuca sığmıyorlardı; geleceğe inanmadıklarından tanrılara ihtiyaçları yoktu, şimdiki zamanda savrulan hayatları kaderin ta kendisiydi."
Uyurgezer
Anlatıcı hem Naciye Abla'nın hem de Çingenelerin izini sürerken, kendi çocukluğunun en ilginç hikayelerinden birinin kahramanına rastlıyor bir internet sitesinde: Uyurgezer'e... Naciye Abla'nın kendisinden çocuğu olmadığı için ayrılan büyük aşkı Basri'nin kızına...
Naciye Abla'nın kendisinden habersiz bu kadar yakınlaştığı bir başkası olduğu için kıskanıyor biraz. Ama belki de Naciye Abla'nın öyküleri, bir başka Çingene'yi öykücü yaptığı için, Uyurgezer'in öykülerinin tiryakisi oluyor:
"Allinten adlı bir ülkede, rüzgâr güneyden estiği zaman özel bir şekilde açan ve taçyapraklarıyla çok eski bir şarkıyı mırıldanan kırmızı çiçekler, kraliçe şarkılarını yasakladığı için topraktan incecik köklerini çekiyor ve ölüyorlardı. Köstebekler ve kaplumbağaların yardımıyla uzak bir yere götürülen, on beş küçük yavruya, mevsimlerdir açan büyükanne şöyle söylüyordu:
"Nasıl hışırdadığımızı unutmayın ve vakti geldiğinde yapraklarınızı tıpkı bizim yaptığımız gibi oynatın. Bunu hatırınızda tuttuğunuz sürece hayatta olacağız."
Naciye Abla'nın zaman zaman hiç kimsenin bilmediği sözcüklerle kurduğu cümleler, o cümlelerdeki tanıdık sözleri daha sonra tanıdığı Çingenelerin ağzından duymak, Çingenelerin hayatta olduğunu hatırlatıyor.
Ne kendi halkından, ne diğerlerinden
Ağlayan Dağ Susan Nehir: "Bir Çingene'nin öyküsü; ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir Çingene'nin... Sonunda başardı da, yaşlılığında 'Sen bu sene ölürsün be karıcık' diyenlere kızacak kadar Çingenelikten çıkmıştı.
Oysa söyleyenin kötü bir niyeti yoktu. Yalnızca gerçeği söylüyordu. Böylece ne kendi halkından ne diğerlerinden olamadan göçtü".