A. Ömer Türkeş, "En zoru Çingene olmak", Radikal Kitap, 16 Mart 2007
"Bu bir Çingene'nin öyküsü; ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir Çingene'nin..." cümlesiyle başlayan Ağlayan Dağ Susan Nehir'de, Çingenelerin dünyasına bakıyor Ayşegül Devecioğlu. 'Bakıyor' kelimesini özellikle vurguluyorum. Çünkü görmek için bakmak, bakmak için seçmek gerekir. Aynı resme ya da aynı topluma bakan iki insan aynı şeyleri görmezler. Düşünceleri, inançları ya da önyargılarıyla baktıkları manzaradan farklı insanlara veya nesnelere odaklanır, onlar arasındaki ilişkileri farklı kurar, onların gerçekliğini bir yönüyle kavrar ya da o gerçekliğin kapısını bir türlü aralayamazlar. Gerçeklik insanlar ve nesnelerin aralarında bir bağ kurulmaksızın yapılan aritmetik toplamı değildir. Aynı resim kareleriyle çok farklı metinler üretilebilir; hele ki söz konusu olan Çingene topluluklarıysa...
Herkesin Çingeneler hakkında bir kanaati, o kanaati doğuran bir Çingene efsanesi mutlaka vardır. 'Hoşgörü'sü olanlar için çalan, söyleyen, göbek atan, çiçek satan, tutkulu, yoksul ama neşeli bir topluluktur Çingeneler; artık 'Roman' denir adlarına. Daha dışlayıcı bakışlarda falcılık, bohçacılık, boyacılık, arabacılık, lağımcılık, çöpçülük, kalaycılık gibi marjinal işlerle uğraşan tekinsiz insanlardır. Irksal söylem 'mezheb-i meşrebi şüpheli' saydığı bu insanları yalancılıkla, mundarlıkla, hırsızlık ve ahlaksızlıkla damgalayacaktır. Devletse 'esmer vatandaş' deyip farklılıklarının altını ten renkleriyle çizmiş, bir zamanlar yasal düzenlemelerle, şimdilerde yerleşik teammüller gereği, koruyu kanatlarının gölgesinden mahrum etmiştir.
Ayşegül Devecioğlu ise Ağlayan Dağ Susan Nehir romanında, toplumsal düşünce alışkanlıklarından ve efsanelerin yarattığı imgelerden sıyrılarak, ama içeriden olmadığını da unutmadan, Çingeneleri hem anlamaya hem anlatmaya çalışıyor. Romanın iki ana karakteri var; Naciye abla ve çocukluğunu onunla geçirmiş genç bir kadın. Hikâyeyi kadının ağzından dinliyoruz. Ancak Naciye Abla da, her anlatılışında değişen masallarıyla anlatıcı rolünü yer yer üstleniyor.
Naciye Abla'nın ölümünden yıllar sonra başlıyor anlatmaya genç kadın. Doğrusal bir seyir izlemeden, geriye dönüşlerlerle, geçmişle bugün arasında zamansal sıçramalarla uzun bir tarihsel dönemi hatırlıyor. Hatırlama anları anlatıcı için zamana, zamanın unutturduklarına karşı bir direniş biçimi. 80 darbesinden sonra zamanın hafıza üzerindeki yıkıcı etkisini bizzat deneyimleyen kadın, Naciye Abla özelinde unutulmuş bir halkı, yakın dönem tarihiyle birlikte hatırlıyor. Bu sayede 12 Eylül öncesinin en trajik olaylarından 'Maraş Katliamı' da bilinmedik bir yanıyla katılmış hikâyeye.
Cumhuriyet idealllerini benimsemiş orta sınıf bir ailenin kızıdır anlatıcımız. Aile, ev işlerini görmesi için Çingene bir kadın tercihi yapmaktan imtina etmemiştir. Ancak söz konusu ideallerin sınırları Naciye Abla'nın Çingeneliğini gizlemek için sarf ettiği gayretle belli edecektir kendisini. "Naciye Abla, temizlikçi sıfatıyla girdiği aile içinde kendini onlara benzeterek var olmaya çalışıyor. Çünkü ona orada barınmasının yolunun Çingeneliğini saklamak, ondan vazgeçmek olduğu hissettiriliyor." Ancak bu noktada insani ilişkilerin ırk, dil, din, cins ve tür farkı tanımaz dinamiği öne çıkacak ve Naciye Abla'nın evin sevilen bir ferdi olmasını sağlayan Çingeneliğine has özellikleri olacaktır. Küçük kız Naciye Abla ve masallarına herkesten çok bağlanmış, sanki Çingenelerin hayatlarına katılmıştır. Farklı bir dünyadır bu. Mesela kesif yoksulluğuyla farklıdır. Sevgi ve hasetlikler, dostluk ve kavgalar, erken keşfedilen cinsel kimlikler, evlilik ve boşanmalar, bunların hepsi kızın büyük kentteki steril dünyasından çok uzaktır. Ne var ki, uzaklık Naciye Abla'nın yaydığı güvenlik duygusu sayesinde korku ya da tiksinmeye dönüşmeyecek, tersine kızın Naciye Abla'ya daha fazla bağlanmasıyla sonuçlanacaktır. Akıp giden zaman içinde Çingene ve kız birbirlerini etkilerler; Naciye Abla, masallarla kimi kez bilinçli kimi kez ise bilinçsiz olarak törelerini aklında tutmaya ve anlatıcıya, yani evin kızına aktarmaya çalışırken kıza hem göçebelik duygusu hem de anlatma yeteneği aşılayacaktır. Önce giyim kuşamı değişen Naciye Abla ise yerleşik hayata yavaş da olsa alışmaktadır.
Yıllar hızla geçer; büyükler yaşlanır, çocuklar büyür, ayrılık vakti çatar. Dört ana bölümden oluşan romanın ilk üç bölümünde bu süreci Naciye Abla'nın hayatını, aşkını, evliliğini, eş dost ve akrabalarını merkezine alarak aktarıyor anlatıcı. Ancak ne kadar yan yana yaşamış olsalar da sevgili Çingenesi'nin hiç ulaşamadığı sırları olduğunu fark etmiştir. Romanın son bölümünde bu izleri sürmeye başlayacak ve hikâye hiç beklenmedik olaylara, acılara ve coğrafyalara açılacaktır...
Çingene epiği
Naciye Abla'nın kendi hayatından esinlenmelerle- uydurduğu masallarla yalanın büyüsüne kapılan anlatıcı, Çingene kadının hayatını romanşatırırken tıpkı onun gibi iç içe geçen ve yalanlarla renklenen bir hikâye kurgulamış. "Hikâyemi gerçeğe teslim etmek değil, hikâyemle gerçeği teslim almak niyetim" fikriyatından hareketle, modern bir tür olan romanı geleneksel anlatımın, sözlü edebiyatın imkânlarıyla besliyor. Ama hikâyenin bütünü ya da hikâyeden çıkardığımız anlam hiç de yalan değil; tersine, bütün halklar arasında en çok baskı gören ve horlanan bir halkın –Çingenelerin– acılarla dolu tarihine, tarihin unutulmuş gerçeklerine çıplak bir yolculuğa çıkıyoruz.
Her ne kadar kayıt dışı tutulsalar bile, Çingenelerin maruz kaldıkları gayri insani muameleleri bulup çıkarmak tarihçilerin işidir. Romancı, gerçekleri edebiyatın merceğinden kırar, o gerçeklerin doğasına en uygun biçimde anlatır. Duyduklarını, bildiklerini, yaşadıklarını başka türden bir gerçekliğe dönüştürür. Dilsiz ve hikâyesiz bir halkı tarihsel bir süreçte hikâyeleştirirken epik anlatımı seçmesi bundandır Devecioğlu'nun. Çingenelerin korunmak güdüsüyle ürettikleri efsane ve mitlerini, törelerini, geleneksel hayat tarzlarını, zaman ve mekânla ilgili algılarını –ırksal bir özelllik olmadığını da vurgulayarak– kullanırken masalsı bir hava veriyor hikâyesine. Çingenelerin hayal ve iletişim dünyasının kaynaklarına inerek zenginleştirdiği bir dil aracılığıyla bambaşka bir dünyaya götürüyor okuyucuyu.
Özellikle ilk üç bölümde epik bir dokusu var romanın. Uzun ve canlı tasvirlerle türlü renkleriyle nefes kesen Balkan dağlarını, sınırları çizen nehirleri, kırları, çiçekleri, hayvanları, Çingenelerin kendilerine özgü hayatlarını görselleştirmiş. Görselliğin hikâye ile organik bağlantısı olduğunu söylemek gerekir; epik anlatıda tasvirin amacı tasvir etmek değildir. Tasvir etmekle hikâye etmek bir ve aynı şeydir. Çingenelere adanmış bu epik romanda da, dağlar, nehirler, Çingene düğünleri, şenlikleri, evleri, eşyaları ve hayvanları anlatılmaksızın Çingene hayatına yakınsanamaz. Nesnelerle insan hayatlarının, doğayla insanın bu denli içiçe geçtiği bir kültürde, doğa insansız, insan doğasız hikâye edilemeyecektir elbette.
Romanın son bölümünde, Çingenelerin yolu katliam zamanındaki Maraş'a düştüğünde, epik anlatı kesilir. Artık bir başka gerçeklik alanına geçeriz. Kanın, öfkenin, şiddetin, düşmanlığın, kısacası faşizmin hüküm sürdüğü bir atmosferde masalın ve yalanın yeri yoktur. Devecioğlu, Alevi mahallerini hedefleyen saldırılardan nasibini alan Çingene mahallesindeki direnişten kısa bir kesit vererek kapatıyor Maraş bahsini...
Çingeneler; yaşadıkları ya da göç ettikleri her yerde gizlenilmesine gerek bile duyulmayan bir düşmanlıkla kuşatılan, horlanan, aşağılanan, haklarında türlü rivayetler uydurulan bu yoksul halk, siyasi bir güçleri olmadığından, olmayı da hiç hedeflemediklerinden yüz yıllardır tarih dışı kalmışlardır. Karşılaştıkları şiddetin ve insanlık dışı baskının çoğu kayda geçmemiş, hikâyelerini dinleyen olmamıştır. Türk romanında birkaç istina dışında hiç yer bulamadıklarını da eklemek gerekir. Ayşegül Devecioğlu'nun Ağlayan Dağ Susan Nehir'i işte bu halka dair epik bir anlatı.
İlgi çeker mi, bilemiyorum: "Sulukule'ye eğlenceye gitmek ya da Babylon'da Ahırkapı Roman Orkestrası'nı izlemek gayet hoş; ama komşunuz oldukları zaman zorluk başlıyor. Birlikte yaşamak bir serüven, bir karavan macerası, bir eğlence değil, anlayış, kardeşlik ve dayanışma duygusu, sevgi, saygı, fedakârlık gerektiren zahmetli bir iş."