Emre Ayvaz, “Otobiyografik bir olgunlaşma hikâyesi”, Kitap Zamanı, Sayı 11, 4 Aralık 2006
Ayhan Geçgin’in üç sene önce yayımlanan ilk romanı Kenarda, zor ve güzel bir kitaptı. Güzelliği zorluğundan kaynaklanmıyordu, ama zorluğunun güzel olmasıyla yakın bir ilişkisi vardı. Edebiyat söz konusu olduğunda, ‘zor’ ve ‘güzel’ en boş sıfatlardan ikisidir. Bir kitabı zor bulmak da, güzel bulmak da en kolaycı ve hazır okuyucu tepkileridir genellikle. O yüzden Kenarda’dan ve şimdi de Gençlik Düşü’nden bahsedebilmek için ‘zorluk’ ve ‘güzellik’ meselelerine biraz girmek lazım.
Kenarda güzeldi; çünkü pek çok edebi riski göze alarak –bu risklerle yer yer ‘yaralanarak’ da aynı zamanda– kendi derdini dört bir tarafından kuşatmaya, derinlemesine ortaya çıkarmaya çalışan bir kitaptı. Güzelliği düzyazı inceliklerinden ya da karakter çizmedeki ustalığından değil, bir dokuyu, bir sesi, bir anlamı ısrar ve tutarlılıkla canlı tutabilmesindeydi. Dramaya ya da belirgin bir olay örgüsüne dayanmıyordu, dayanmayışıyla güzeldi, ama kitabın yara almasının, bir noktadan sonra topallamaya başlamasının sebebi de biraz buydu: roman hangi “roman anlayışı”yla terbiye edilmiş olursa olsun, nihayetinde ‘drama’yla, yani belli öğeleri olan bir hikâyeyle beslenen bir hayvandır. Hikâyenin nedensel yapısının o kadar gevşek durduğu Beckett kitaplarında bile –özellikle Molloy’la başlayan üçlemede– anlamı, edebi etkiyi ya da kısa yoldan ‘kitabın gücü’nü yapan şey, dili taşıyan bir hikâyenin dikkat ve itinayla sürdürülmesidir. Kenarda, güçlü dokusuna rağmen, sıklıkla hikâyesiyle ne yapacağı konusunda tereddütler yaşayan bir kitaptı: kestirmeden ‘hayat yokluğu’ diye özetlenebilecek bir meseleyi anlatırken, ‘hayat’tan bir hikâye anlatıp bu yokluğu hikâye aracılığıyla göstermeye karar veriyor, ama bir müddet sonra hikâye yoklukla kaplanarak yerini tekrar yazarın sesine bırakıyordu.
Hikâye ihmal götürür mü?
Voltaire ve Diderot’yla başlayıp, bugün en güçlü örneklerini Türkçeye sadece ilk kitabı çevrilmiş ve belki de soyadı yüzünden hemen hiç okunmamış Marie Darrieussecq’in kitaplarında bulan bütün bir Fransız felsefi ‘novella’ geleneği, bahsetmeye çalıştığım bu sorunla başa çıkmanın tarihçesi olarak okunabilir: felsefi bir dert bir hikâyeye nasıl yedirilir? Voltaire, Nerval ya da Albert Camus’den alacağımız ilk cevap çok basittir: “Kitabı kısa tutarak...” Bir Fransız icadı olan ‘novella’yla, bildiğimiz anlamda ‘roman’ arasındaki yapısal fark budur. Yapıldıkları malzeme, inşa teknikleri ve arzuladıkları ‘etki’ farklıdır. Novella malzemesiyle roman yazmaya çalışmanın sonucu, emek ve dikkat sarf edilmemiş olan hikâyenin, üzerindeki dil yükünü taşıyamayarak çökmesi olacaktır. Novella, hikâyenin saflığıyla, anlamı bir hamlede güç ve hızla taşıyabilecek bir ‘mesel’ kurmakla ilgilenir. Hikâyenin ayrıntıları arttıkça anlam gevşer, dağılır... Ve sonunda hikâyeyi büsbütün terk edip gider. Elimizde önceliği anlama verdiği için yetim kalmış, eksik bir hikâye ve hikâyeye fazla göz yumduğu için bir türlü ortaya çıkamamış bir anlamın ilişkiye geçemediği, sadece yan yana durabildiği, kararsız bir kitap kalır.
Kenarda, böyle bir kitap değildi, ama yaşadığı tereddüt böyle kitaplardaki tereddüte çok yakındı. Güçlü bir ‘novella’ olabileceği kıvamı tutturduktan sonra, bitecek yerde kendi kendisini tekrar etmeye başlıyor, bir hikâye daha anlatıp, anlattığı hikâyeden yine vazgeçiyor ve ‘karar’ notasını bulamadan da lafı toparlıyordu. Uzadıkça yoğunluğunu kaybediyor, dar alanda gücünü hissettirebilecekken, geniş bir alanda olduğundan çok daha çelimsiz duruyordu.
Derin ve tarifsiz bir ‘kırıklık’ hali
Gençlik Düşü bu ‘sorun’ olarak söz ettiğim şeyin niyetlenilmiş ve ‘hayatın iç yapısıyla’ derinden ilişkili bir ‘durum’a işaret eden bir şey olduğunu ima eden cümlelerle dolu. Kenarda’dan daha canlı, daha fazla hikâyeye dayanan, aynen ilk kitaptaki gibi anlattığı hikâyeyle arasına sürekli mesafe koyması gerektiğine karar vermiş, ama bu sefer bu kararı okuduğumuz kitabın yazarına ‘sen’ diye seslenen bir ikinci anlatıcıya ayrılmış kısa bölümler aracılığıyla daha gür sesle ifade eden bir kitap Gençlik Düşü. Bir okuduğumuz roman var, bir de bu romanı yazan kişiye seslenen ve bize dolaylı olarak o romanın nasıl yazıldığını anlatan bir sesin devreye girdiği geçişler. Okuduğumuz ve ikinci sesten anladığımız kadarıyla biz okudukça yazılan –ya da bizim yazıldıkça okuduğumuz– roman, “Gençlik Düşü” otobiyografik bir olgunlaşma hikâyesi. İsmi tek bir yerde geçen kahraman, tanıdık ayrıntılarla dolu çocukluk, ilkgençlik ve gençlik yıllarının ardından okuduğumuz kitabı yazan mutsuz ve parasız ‘romancı’ya dönüşüyor. ‘Gençlik Düşü’nün kaybolup gittiğini anlıyor ve bu ‘düş’ün ne olduğu, hatta varolup varolmadığı üzerine düşünüyor. Kitap böylelikle hem ‘hayal kırıklığı’ hem de böyle bir hayalin ‘yokluğu’, dolayısıyla sadece derin ve tarifsiz bir ‘kırıklık’ hali hakkında olup çıkıyor.
Ama kitabın ne hakkında olduğunu, kitap bunu bize söylediği için biliyoruz. Ankara’ya işletme okumaya giden, sonra vazgeçip felsefe okumaya karar veren, tıklım tıklım devlet yurtlarında, salaş öğrenci evlerinde kalan, çeşit çeşit arkadaş edinip, kızlarla ilgili hayaller kurup, romanlar okuyup yazar olmayı hayal eden ve elimizde tuttuğumuz kitabı ¬–Gençlik Düşü’nü– yazmayı bir türlü bitiremeyen kahraman, kitap boyunca gelişmiyor, değişmiyor, dönüşmüyor. Çünkü dönüşümün gerçekleşebilmek için muhtaç olduğu hikâye, bir kere daha, kendisini önemsizleştirmeye, belirsizleştirmeye, silmeye çalışan bir dilin ağırlığı altında eziliyor. Kahramanın hayatından kronolojik bir sırayla çekilmiş sahneleri ardı ardına seyrederken, bu sahneleri birbirine bağlayan, art arda gelmelerini anlamlı kılan, bu kitapta, bu sahnelerin, bu düzen içinde bir arada oluşunu ‘edebî’ yapan şeyin, biraz sonra, birkaç sayfa sonra, en azından kitabın sonunda ortaya çıkacağını sabırla ümit ediyor, ama yüzüstü kalıyoruz. Yazar pekâlâ yüzüstü kalmamızı istemiş de olabilirdi –ama o zaman ‘hayal kırıklığı’nı kitabın kapağını kapattıktan sonra değil, kapatmaya gönlümüz bir türlü el vermeyerek yaşardık.–
Kenarda’nın aşmak üzere önüne koyduğu edebî sorun, onu hem yazılması hem de okunması ‘zor’ bir kitap haline sokmuştu. Sorunu yara bere içinde de olsa aşıyor ve Türk edebiyatında bundan önce benzerine pek rastlanmamış bir şey yapmayı beceriyordu: ‘hayattan’, ‘geçmişten’ ve ‘hikâyeden’ mahrum olma halini anlatmak... Gençlik Düşü, Kenarda’nın aynı sorunu ikinci defa aşmaya karar vermiş, ama işe yeteri kadar derin bir soluk almadan girişmiş, daha ham, hazırlıksız, acemi bir hali. Daha ‘kolay’, daha kararsız ve daha ‘uzun’ bir kitap.
Ama nihayetinde, güzel bir kitabın silinmez hatırası, başka güzel kitaplar bekleme sabrını sadık okuyucuya zaten çoktan vermiştir.