Semih Gümüş, "İyi bir yazar tanımak için", Radikal Kitap Eki, 3 Kasım 2006
Yalnızca yazdıklarıyla ilgilenip ötesine bakmayan yazarların azınlık olarak kaldıkları edebiyatımızda heyecan uyandıran yeni yazarların çıkması da elbette güçleşmiştir. İyimserlikle de olsa, üstünde durmaya, okunmaya değer genç yazarların sayısını çok bulan benim gibileri için de aradan büyük bir adımla öne çıkanlara rastlamak kolay değil. Ayhan Geçgin son yıllarda bulduğum birkaç yazardan biri. İlk romanı Kenarda (2003) ile hiç kimsenin önerisi olmadan tanıştığıma göre, demek rastlantının da rolü vardı. Güvendiği yaratıcılığıyla yetindiği için kendini göstermeye gönül indirmeyen yazarları keşfetmek için rastlantılara her zaman gereksinme vardır.
Ayhan Geçgin'in yeni romanı Gençlik Düşü, Kenarda'daki ustalığı da, anlatım biçimi ve dil birliğini de taşıyor. Bu kez başından sonuna kuşatılabilecek, başıyla sonu arasındaki öyküleme zamanı epeyce olmasına karşın, yaşanan değişimin kısıtlı tutulduğu bir öyküsü de var. Ama romanın bu öyküsü ne bir hayat hikâyesi ne de romanın azımsanmayacak kapsamı içinde ilgiyle okunacak kişiler, ilişkiler, yaşantılarla ilgili. Genç bir insanın Kenarda'da içinde kaybolduğu kentin sokakları bu romanın genç kahramanını da içine almış, ona bir çıkış yolu göstermeden içinde dolaştırıp duruyor. Sanki o aslında öğütüyor da, biz onun içinde yaşanıyor sanıyoruz.
Genç kahramanımız, romanın başında da kendi bilincinde olmadan İstanbul sokaklarında dolanıp durmaktadır. "Yalnız, eşsiz dostsuz, bile bile, ya da belki henüz bilmediğim bir zorunluluktan dolayı insanlardan uzaklaşmış, giderek yabaniye, dilsize, cisimden yoksun bir varlığa, bir hayalete dönüşerek geziyordum," ilk sözleriyle girdiği romanda, sonuna dek peşini bırakmayacak derin bir ümitsizlik ve hiçlik duygusu içinde yaşar. Sonra gelen uzun "Bozkır Kentinde" bölümündeki Ankara yılları da üniversitenin kapısından küçük ümitlerle giren bir gencin sürekli yaşadığı düş kırıklıklarını, bir an bile aradığını bulamamanın yol açtığı ezikliği, karşılıksız beklentilerle harcanan yılların yarattığı kısıtlı bir insanın yaşamakla ölüm arasında sıkışan gençliğini anlatır.
Gençlik romanları
Bizim edebiyatımızda gençlik romanlarının çok az oluşu şaşırtıcıdır. Gençliğin bütün dönemlerin kaldıracı olarak oynadığı rol, yaşadığımız hayatı, yaşanan tarihi bir yerden alıp başka bir yere taşıyacak kertede önemli olmuşken romanların konusu olamamışsa, çok yalın bir nedeni var: Düne kadar her yıl yazılan roman sayısının çok az oluşu. Bir yıl boyunca yazılan yirmi, otuz romanın taşıdığı bireysel ya da toplumsal kaygılar arasında gençlerin nasıl yaşayıp düşündüğüyle ilgili konular silinip gitti. Her yıl yayımlanan roman sayısının birkaç yüzü aşmaya başladığı son yıllardaysa, gençlik romanı denecek türde daha çok sayıda roman yazılmaya başladı. Elbette gençlik romanı ile konusu gençlik olan romanları ayırmak gerekir. Sözgelimi Perihan Mağden'in İki Genç Kızın Romanı bir gençlik romanıyken, Ayhan Geçgin'in Gençlik Düşü gençleri konu eden bir roman sayılır.
Sokaklarda niçin dolaştığını bilmeden, dağılan parçaları birleştirmeye niyetlenen, ama lastik bir top gibi oradan oraya savrulurken büsbütün dağılan genç bir insan: Belki İstanbul yerine bir bozkır kentinde kendini bulma olasılığı vardır. Yaşadığı her ânı öfkeyle köpürten genç adamın gördüğü İstanbul, artık dipsiz bir uçuruma yuvarlanmış gibidir. "İstanbul denen bu gri kente, insanların arzuları, istekleri, düşleriyle büyüyen aç bataklığa bakıyorum. Hayır, gördüğüm bir kent değildi" diye düşünür. "Gördüğüm parçalanmış gövdeler, sürüklenen cesetler, yıkıntılar, göçükler, moloz tepeleri, dev yarıklar, kokuşmuş bir mezbahaydı."
Gerçekten de bu denli küflü, çürümüş, hiçliğin sınırından yalnızca aşağıyı düşünen bir şehir midir İstanbul? Bir bataklık, vahşi bir canavar, roman boyunca bir kent için kullanılabilecek bin bir olumsuz sıfatla anlatılan bir şehir? Genç kahramanın dilinde şu sözler de dolaşır:
"Yaşamak için bir neden yokken yine de yaşıyorduk, dünya bir gübre teknesi gibi dönerken, çamurun, lağımın içinde utançla debelenirken yaşıyorduk, hem de bundan hoşnutmuşçasına, eşi benzeri olmayan bir tutkuyla."
Ayhan Geçgin, Kenarda'da bütün koyu karanlığı içinde anlattığı yeraltı şehrini, Gençlik Düşü'nde gün ışığına çıkarmaya çalışıyor ve aynı şehirin görünür hallerini anlatıyor. Hayalet şehirden yaşayan bir şehire geçerken, genç insanların gözünde gene can çekişen bir organizmadır anlatılan. İstanbul'un böyle olduğu bilinir roman içinde bilinmesine; bu yüzden yer değiştirmesi gerektiğine inanan genç kahramanımız üniversiteye başladığı ânı bir fırsat gibi görüp bozkır kentine gitmeyi seçer. Böylece bir türlü ilişki kuramadığı ailesinden, aralarında yalnızca buz gibi bir duvar bulunan babasından ayrılıp kendi hayatını yaşamayı deneyecektir. Kendi kendine, "Yaşamla, olaylarla bir ilgin kalmamış senin," diye düşünürken, uzaklaşmak bir "çıkış yolu" olarak düşmüştür aklına.
Değil mi ki Gençlik Düşü'nün genç kahramanı neden sonra edebiyat meraklısıyken kafasına roman yazmayı da koymuştur, yazdığı romandan bölümler de roman içinde yer alır ve o bölümlerde anlattıkları belli ki kendi hayatından çıkmıştır. Romanın kendisiyle roman içinde yazılan roman birbirine koşut metinler olarak okunur, asıl rolü de anlatıcı genç kahraman yüklenmiştir. Roman içinde yazılan metinde evli iki gençten, kadın olanı çalışıp evin yükünü çekerken, erkek olan yazmaya çalıştığı romanın içinde boğulmuş, işsiz güçsüz bir genç insanın ev içinde yaşadığı ezikliği hüzünlü biçimde dışavurur.
Bozkır kentine, üniversiteye özgürlüğüne gitmiştir genç adam, ama ne aradığı üniversiteyi bulmuştur, ne özgürlüğünü. Kırık dökük arkadaşlıklar, yarım bile sayılamayacak aşklar. Parasız pulsuz, zor yıllar içinde yaşanan bozkır kenti aradığı hiçbir şeyi vermez bir genç insana. Kızlarla erkekler gençlik yıllarında bile niçin doğru dürüst arkadaşlıklar kurmayı başaramaz, erkekler aralarında sağlam dostluklar kuramaz? Bu eksiklik gençlerden mi gelir, hayatın 1980'lerden sonra gençliğini yaşamaya çalışanların önlerine sürüp çektiği mutluluklar mutsuzluklar yüzünden mi? Siyaset de yoktur ki gençlerin hayatını doludizgin doldursun. O arada yardıma en çok kitaplar koşar.
Olması gereken bir dönüşüm
Kenarda bir kent masalıydı, Gençlik Düşü bir gençlik masalı. Kenarda'yı okuduktan sonra, "Bir dönüşüm zorunluluğu kendini neden sonra dayatacaktır" diye bir not düşmüşüm. Bazı notlar oldukları yerde kalır, silinir zamanla. Bu notun anlamını Gençlik Düşü'nü okurken yeniden düşünüyorum: Doğru, bir dönüşüm, tam da aradığım ve olması gerektiği gibi gerçekleşmiş ikinci romanda.
Ayhan Geçgin, son yıllarda bu kuşağın yazdığı en güzel birkaç romandan birinde (öteki üçü Hasan Ali Toptaş'ın Uykuların Doğusu, Sema Kaygusuz'un Yere Düşen Dualar, Hüseyin Kıran'ın Resul romanları) belki gene zor okunan bir yazınsal seçimin izinde. Doğrusu, nitelikli edebiyat okuru olmalarına karşın, bu romanı okumakta zorlandığını belirtenler de var. Bunu doğal karşılamalı. Çünkü bu tür metinler yazarlarını sıradışı bir yere koyarken, ancak onlara yakınlık duyanları ilgilendirir. Bu yüzden Kenarda küçük bir okur çevresi dışındakileri ilgilendirmedi, Gençlik Düşü bu halkayı biraz daha genişletecek, ama bu kadar. Daha önemlisi, Ayhan Geçgin sonraki romanlarında bu halkayı genişleterek yazmaya çalışmayacak. Bu değil onun tutumu ve aradığı.
Gelgelelim, sonunda on Ayhan Geçgin romanının ortaya konduğunu düşünebiliyor musunuz: Önümüzde sıra dışı bir düzeyde tutunma çabasından ödün vermemiş, aşağı gönül indirmemiş, geniş okur çevresiyle yakınlık kurmayı o okurlara bırakmış, göz kamaştırıcı bir toplam. Ben o günleri, on Ayhan Geçgin romanını okuyarak çekeceğim.
Sonunda ben de basit bir iyi roman dilencisiyim. Güzel bir roman gördüğüm zaman da bunu sağlayanın kim ya da hangi kuşaktan olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum. (1) Elimden gelen bu olduğu için, Gençlik Düşü'nü okuma mutluluğuyla yetiniyorum.
(1) Bu paragrafın ilk iki tümcesinde dostumuz EG'den esinlendiğim bellidir.