Ezgi Hamza Çebi, “Kafesteki kadın”, Evrensel Kültür Dergisi, Mart 2010
Kuş Diline Öykünen’de, belleklerden silinmeye çalışılan –belki de çoktan silinmiş– bir dönemi anla¬tan Ayşegül Devecioğlu, 80 dönemiyle ilgili yazılıp çizilen diğer eserlerin ötesinde bir bakış açısı ve an¬latımla bütün ezberlerden arındırıyor bizi. Deveci¬oğlu, “şiddetin kadınlar üzerindeki ikili etkisini vur¬gularken” unutulmuş geçmişin perde arkasında ka¬lan karakterleri –kadınları– ve onların gerçeklerini seriyor gözler önüne. (Türkeş, s. 23.)
Erkek egemen bir toplumun her yüzünü görmüş bir kadın Gülay. Adını bilmediğimiz daha nicelerini görebilmemiz için, perdenin arkasından çıkarılan biri sadece... Zaman ve mekân kavramları¬nın arasında sıkışıp kalmış; kendine, çevresindekilere, inandığı her şeye yabancılaşan –yabancılaştırılan– bir kadın. Ne var ki, kapı deli¬ğinden bakmak gibi bizimki; görebildiğimiz aslolanın sadece bir par¬çası. Hayal gücümüz bütü¬ne ulaşmakta yetersiz...
Arkadaşları gibi “eşitlik” ve “özgürlük” hayalleri kuran Gü¬lay’ın “gerçek”le ilk karşılaşması¬nı, gözaltı sürecini, çok sık göster¬mez bize Devecioğlu. Gülay’ın birkaç anısı aracılığı ile şöyle bir bakar geçeriz. Bir göz gezdirmek bile yeterken tüylerimi¬zi diken diken etmeye. Gülay’ı gerçekten anlayabilir miyiz? “Sus lan orospu!!! Masum adam gelir mi buraya? Kaç kişiyle yattın kim bilir?”... “Bakireymiş bu be! Yavrum niye söyle¬medin, nikah da kıyardım ben sana!” (s. 58) Ya¬şadıklarının hesabını soracak çoktur Gülay’ın haya-tında. O, özgürlük ve barışın hüküm sürdüğü bir toplumda yaşamak istediği için devlet tarafından ce-zalandırılmakla kalmaz; uygulanan cezanın biçimi de onun yüzünün karasıymışçasına ısıtılıp tekrar tekrar önüne konur çevresindekilerce. Tüm yaşa¬nanlardan sonra eski Gülay olabilecek midir? Kime güvenebilecektir mesela? Ödetilmek istenen kefalet, bedenine yapılan işkencelerle sınırlı kalmaz elbet. Başta ailesi olmak üzere, işyerinde, sokakta, arka¬daşları arasında, aşk hayatında sinsi suçlamalara maruz kalır Gülay. Bu suçlamaların kaynağı bazen de kendisi olacaktır.
Annesi, kızının gözaltı süresince maruz kaldığı işkencelere üzülmek yerine, “gül kızının, güzeller güzeli kızının kız gidip kadın gelmesine, kirletilme¬sine” dövünür. (s. 42) Hamamlarda kaynar sular döker başından aşağı. “Dualar ederek tam kırk bir kere kafasından suyu boca ettin mi, kız oğlan kız gi¬bi günahsız, apak oluverirlermiş Allah katında” çünkü. (s. 19) Kız kardeşi Sevim, “gezip tozmasını, hafta sonları evde olmamasını, üstüne başına dikkat etmesini” eleştirirken; babası hiç ko¬nuşmamayı tercih eder kızıyla. Kızı, ailesi¬ni utandırmış; başlarını belaya sokmuş¬tur çünkü.
Hayata dönmesi için bir basamak olan iş hayatında ya silik bir ka¬rakter olarak görmezden gelinir.
Gülay, ya başına gelenler yü¬zünden “zavallı kız” olarak nitelendirilir ya da zaten “kirlenmiş bir kız” oldu¬ğu için işyerindeki er¬kek arkadaşları tara¬fından taciz edil¬meye bile sesini çıkaramayacak biri haline gelir.
Onun bu taciz¬lere engel ola¬mayışı, “avcısının karşısında çaresiz bir hayvan” gibi oluşu, tüm ilişki¬lerinde kendini belli eden bir ruh hali¬ne dönüşecektir.
Hiç beklemediği bir anda hayatına giren Yavuz ile kurduğu ilişki neler üzerine kuruludur peki? Ku¬laklarını dolduran o sözlerdeki “aşk” gerçekten var mıdır aralarında? Sorgusuz sualsiz, birbirlerini bu kadar çabuk benimsemelerinin altında yatan nedir? Kurduğu ilişkiler arasında en sağlam temellere da¬yananın, Yavuz ile olan ilişkisi olması gerektiğini düşünürüz ister istemez. Çünkü onlar ortak amaçla¬rı için mücadele etmiş insanlardır. Onlarınkinden daha sağlıklı bir ilişki olamaz, bunca ortaklıkları varken. Oysa, Gülay’a göre “tenine dokunan şey, bir erkeğe ait olan el, bir sevgi ve aşk çağrısı olarak varlığına nüfuz etmiyor, derisinde ürpertici bir leke, korkulu bir hastalık gibi yapışıp kalıyordu.” Onun için Yavuz “hayata yeniden kabul edilmek”tir. “Yalnız kadın olmanın katlanılmazlığı, sahiplenil¬menin, bunca dehşetten sonra biri tarafından sevil¬menin, kendisine kıymet verildiğini bilmenin güzel¬liği”dir ona duyduğu. (s. 48) Yavuz’un kaygıları ise bambaşkaydı. O, yalnız ölmekten korkuyordu. Bir suç ortağı arıyordu belki kendine, ya da bir sığınak... Neyse neydi, Gülay his¬sediyordu; buna aşk denemezdi. Gülay’ın sessizliği onu ne kadar iyi anladığının bir işaretiydiyse, Ya¬vuz’un abartılı aşk sözleri onu zerre kadar anlaya¬madığının bir işaretiydi. “O sanıyordu ki, bütün ya¬şananlar biraz ağlamakla, bir iki hıçkırıkla, birkaç kez sarılmayla bitecek; Gülay tenine kazıdıkları nef¬retten, gördüğü eziyetten, aşağılanmalardan hemen¬cecik arınıp kurtuluverecek.” (s. 61) Tüm bu güven¬sizlikleri, birilerine sığınma ihtiyacını, yeni bir haya¬ta başlayamamaları namus takıntısı olarak okumak mümkün. Belki Yavuz da böyle düşünüyordu Gülay hakkında. Ne de olsa devrimciydiler, tecavüzün di¬ğer işkencelerden hiçbir farkı yoktu devrimcilere gö¬re. Oysa, “kadının, tecavüzü sıradan bir işkence gi¬bi algılayamamasının nedeni namus takıntısı değil. Kadınlar hangi çevrede olurlarsa olsunlar, kaybın hesabının kendilerinden nasıl sorulacağının (öldü¬rülerek, organları kesilerek, tecavüzcüsüyle evlendi¬rilerek, kocası ya da diğer kadınlar tarafından suç¬lanarak) telaşına düşerler daha çok” diyor Ayşegül Devecioğlu başka bir yazısında. (Virgül,74)
Tüm bu ilişkiler çemberinde sıkışıp kalmasından çok daha vahim olan, Gülay’ın kendiyle kurduğu ilişki. Kendini gördüğü göz artık kendisinin değil, düşünceleri başkalarının düşünceleri artık. Darbe¬den önce çok yakın arkadaşı olan Nimet’in, 68 öğ¬renci hareketinde önemli gençlik liderlerinden biri olan eniştesini, bacaklarına, göğüslerine bakarken yakaladığında bile kendisinin yanıldığını düşünür Gülay. “Yok canım, Remzi bir şey yapmıyordu.” Diğer devrimci arkadaşları gibi o da Gülay’a “ba¬cım” diyordu. (s. 141.) Bu da gerçeği bir kez daha vuruyor suratımıza: “Kadınların cinsiyet ayrımına maruz kalmadığı alan neredeyse yoktur ve kadınlar –Kemalizm, İslam, Sosyalizm gibi– toplumsal proje¬ler tarafından özne olmaktan çok, bir simgeye dö¬nüştürülmekte, bütün ideolojiler tarafından dışlan¬maktadırlar. Kadınların kimi zaman kendilerine yakıştırılan bacı kimliği cinsiyetsizleştirilmekte, kimi zaman da fitne unsuru olarak kabul edilmektedir.” (Karahan, s. 56.) Tüm bunlardan kurtulmak için ev¬lenmeliydi Gülay. “Her şeyin nedeni yalnız kadın olmak”tı. (s. 142) Onu koruyup kollayacak birine ihtiyacı vardı. Ama “erkeklerden kurtulmanın tek yolu, yine erkeklere mi sığınmaktı?” (s. 169)
O dönem insanının adeta kaderi haline gelmiş yalnızlık, unutulmuşluk... Eşitlik ve özgürlük arayı¬şındaki gençler: kadın ve erkek. Bu arayış esnasında dahi boy gösteren eşitsizlik, özellikle kadının yalnız¬lığı, suskunlığu. Yoğun içeriği ve dolu dolu anlatımı dışında dikkat çeken bir diğer özelliği de biçimi bu kitabın. Gülay cephesi üçüncü bir şahıs tarafından anlatılırken, diğer devrimci karakter olan İbra¬him’in, mektupları aracılığıyla birinci ağızdan anla¬tılması, kadının dile gelmezliğini; gelse de duyul¬mazlığını vurgulamak için tercih edilmiş sanki. Ve “Üsküdara gidelim kuşu”... Küçüklüğünden beri duyduğu, herkesin duyduğunu sandığı –ya da um¬duğu– umut kuşu Gülay’ın. Kendisini duyuramadı¬ğı gibi, kuşun sesini de duyuramaz kimseye. Sadece “Çocuk” duyar; o da Gülay gibi kurbandır çünkü; içinde sevgi, şefkat, sezgi, başkalarını anlama yetisi barındıran. Erkek egemen bir dünyada kafeste sıkı¬şıp kalmış kadın, kuşa öykünen; kadının sessiz çığ¬lığı, kuş diline öykünen... Ve “sınırın öte yanında bekler kadın umut(suzluk)la, bekler saldıranının da savunanının da erkek olduğu savaşın bitmesini, avutur kendini, çünkü bilir, savaşın cinsiyeti erkek¬tir. Ve savaş tecavüz etmeyi sürdürmektedir.” (İp¬likçi-Kartal, s. 16)
“Devrimcide aranan/özlenen nitelikler neden sevgi, merak, şefkat, başkalarını anlama yetisi, sez¬gi, öğrenme arzusu değil de; eski, ataerkil, köhnemiş dünyanın daha çok erkeklerle, sağlıklılarla, güçlü¬lerle, üstünlerle özdeşleştirdiği sözcükler (sağlam, yiğit, cesur, korkusuz) olmak zorunda?” (Virgül, 76)
Neden “Üsküdara gidelim kuşu”nun dili olmaz devrimin dili?
Neden kadının dili olmaz?
Kaynaklar:
Devecioğlu, Ayşegül, Kuş Diline Öykünen, Metis, Kasım 2004. Devecioğlu, Ayşegül, “Devrimci Kadının Yazılmayan Tarihi”, Virgül, Haziran 2005, s: 74-76. Türkeş, A. Ömer, “Aşka, zamana ve unutulanlara adanmıştır”, Virgül, Mart 2004, s: 22-24. İplikçi, Müge- Kartal, Ümran, “Savaş ve Kadın: Hayat Güzel Değil Artık”, Varlık, Mayıs 1999, s.14-17. Karahan, Müge, “47’liler’de Kadın Kimliğinin Kurulması: Kadının Simgeleştirilmesi”, Varlık, Mayıs 2006, s. 56-61.